4 Ocak 2013 Cuma

SEZAİ SARIOĞLU'NUN SEMPOZYUMA SUNACAĞI " DEVRİM(Cİ) İYİLİKTEN Mİ KÖTÜLÜKTEN Mİ YAPILIR (Ya da PARALİK'in AYNALARI)" BAŞLIKLI YAZISI

DEVRİM(Cİ) İYİLİKTEN Mİ KÖTÜLÜKTEN Mİ YAPILIR

(Ya da PARALİK'in AYNALARI)


"Bilmezler, kızmıyorum, bunu onlardan anlıyorum biraz/ Erimek, bir olmak ve unutulmak içindeki onlardan/ Ya da bir başkaca şey: ben kendimi ayırıyorum/ O yapayalnız olmaktaki kendimi/ Böyleyken akıp gidiyorum bir nehir gerçeği gibi/ Sanki ben upuzun bir hikaye/ En okunmadık yerlerimle/ Yok artık sıkılıyorum..." (Edip Cansever)

İlk ve son tahlilde, politik bir derdin odağına iyilik-kötülük, sevgi-sevgisizlik yerleştirerek kavramsal siyasi analizlerin ötesinde gelenek dışı okumak zorlama olarak algılanabilir. Dahası öz ve biçim olarak tarihsel-politik bir konuyu, insan ilişki ve çelişkilerini, döneme damgasını vurmuş karakterleri siyasetin diliyle ve kavramlarla değil, şiirin diliyle, imgelerle de okumam şaka bile sayılabilir, sanılabilir! Geleneksel “düz” okumada değil de çapraz/organik okumada ısrarlı olmam ise tarihin tüylerini tersinden fırçalamanın gerekli ve mümkün olduğuyla da ilgili. Öte yandan, tarihteki ve güncelde delilleri okumak hevesi, siyasetin siyasilere ve siyasi kavramlara bırakılmaması gerektiğinin de delili.
Eskiden meddahlar hikâyelerine başlarken ve bitirirken akılda kalan, çarpıcı farklı söz kalıpları kullanırlardı. Tarihin ve rivayetlerin kalbini kırmak istemeyen meddah hikâyesinin geçmişten o güne gelişini şöyle belirtirdi:“Râviyanı ahbâr ve nâkılân-ı a’sar ve muhaddisân-ı rüzigâr şöyle rivayet ve bu gûna hikâyet iderler kim…” (Haber veren, geçmişi nakleden, hadiseleri işiterek bildiren rüzgâr şöyle rivayet ve bu güne hikâyet eder kim… ) Dahası, bir kelâm erbabı (belagatperdaz) olan meddah, hikâyenin kişilerinden, kıssadan hisselerinden üzerine alınan olmasın diye göz ve gönül ucuyla seyircilere bakarak peşinen, İsim isme, kisip kisbe, semt semte benzer, geçmiş zaman söylenir, yalan gerçek vakit geçer…” diyerek "güvenlikli" bir seyir ortamı oluştururdu. Hikâye bittikten sonra da, sorumluğu hikâyenin kaynağına bırakarak şöyle özür dilerdi: Bu kıssadır bir mecmua kenarında kaydolmuş, biz de gördük söyledik. Sakiye sohbet kalmazmış baki. Her ne kadar sürç-i lisân ettikse affola, inşallah gelecek sefere daha güzel bir hikâye söyleriz…”

Hikmet Kıvılcımlı'nın hikayesini bu gelenek üzerinden de başlamak ve okumak mümkün. Tüm biricikliği içinde, ismin isme, partinin partiye, karakterlerin karakterlere, soruların sorulara, cevapların cevaplara benzediği, hem tarihsel hem de güncel bir hikayedir bu... O gün bu gün aynı oyuncuların rol aldıkları aynı filmi seyrediyoruz duygusu ise otuz iki kısım tekmili birden filme dahil. Hal böyle olunca da, daha başında bir riski üstlenip bir sözcüğe sığınmak, ya da tüm okumaları bir sözcüğe sığdırmak bile mümkün: “Benzemek...” (“Neden hep sonumuza benziyoruz”) Hikmet Kıvılcımlı'ının, bizim mahallenin çocuklarına yabancı olmaması gereken (ama unutulan) insana dair hikayesini, özellikle de yurtdışına çıktıktan sonra, ona taammüden yapılan kötülükleri kronolojik olarak sıralamak bile dün ile bugünün ne kadar benzediğinin göstergesi. Bu nedenle, parti/örgüt/hareket işleyişlerinin, insan ilişkilerinin özetle tüm farklılık beyanlarına karşın devrim tahayyüllerimizin ve devrimci tipolojilerimizin ne kadar birbirlerine benzediği duygusu bana çoğu kez öz ve biçim olarak birbirine benzeyen “rubai” geleneğini anımsatıyor. En önemlisi de bin bir zahmetle örgütlenen bu muhabbet, Kıvılcımlı'yla ve onun mirasıyla tanışmayı ve yeniden tanışmayı içerdiği ve muhabbetle temas eden herkesi onun trajik ölümü etrafında dönen hikayenin "yasını tutarak" yüzleşmeye davet ettiği için önemli. Öte yandan bu tanışma ve yeniden tanışma, Doktor'un külliyatını tabu-tapu olarak algılamadan, teorinin ve pratiğin tarihindeki neyse o olan rolünü üstlenerek kendimizle ve kavramlarımızla yeniden tanışmaya davet ediyor.
Bazı şairlerin bazı şiirleriyle “uçtukları”, ünlendikleri bilinir. Bazı şairlerin bazı şiirleri ise, yirmi dört ayar poetik-politik manifesto niteliğindedir. Ece Ayhan'ın “Şiir ve Kadavra” isimli iki dizelik şiiri bu türdendir: “1. Parşömen kağıtlar okunduğunda, kıvrıktırlar; şiirin ve/ 2. kadavranın içi açılmamıştır, insan insanın hiç!" Şiirin, kadavranının içinin açılmadığını, insan insanın içinin hiç açılmadığını söyleyen bu şiirden el alarak şöyle dillenebiliriz: Tarihin ve coğrafyanın içi açılmamıştır... Siyasal tarihimizin içi açılmamıştır... O tarihe yön veren siyasal karakterlerin içi ise hiç açılmamıştır... Hikmet Kıvılcımlı'ının acılarının ve külliyatının içi hiç ama hiç açılmamıştır!


KENDİ KÜÇÜK KISSADAN HİSSESİ BÜYÜK BİR HİKAYE...

söyleyin/ aynada iskeletini/ görmeye kadar varan kaç/ kaç kişi var şunun şurasında?// Gelin/ bir pazarlık yapalım sizinle ey insanlar!/ Bana kötü/ bana terk ettiğiniz düşünceleri verin/ o vazgeçtiğiniz günler, eski yanlışlarınız/ ah, ne aptalmışım dediğiniz zamanlar/ onları verin yakınmalarınızı/ artık gülmeye değer bulmadığınız şakalar/ ben aştım onları dediğiniz ne varsa/ bunda üzülecek ne var dediğiniz neyse onlar/ boşa çıkmış çabalar, bozuk niyetleriniz/ içinizde kırık dökük, yoksul, yabansı/ verin bana/ verin taammüden işlediğiniz suçları da.” (İsmet Özel)

7-9 Aralık 2001 tarihinde Bremen'de yapılan Hikmet Kıvılcımlı Sempozyumu öncesidir. Bir grup arkadaş Berlin'de bir mekanda sohbettedir. Aralarında tarihi TKP'nin Polit Büro üyelerinden olan biri de aralarındadır. Muhabbet onun sempozyuma tebliğ sunmasının iyi olacağı üzerine yoğunlaşırsa da, Doktor'ca söylersek,“susuş kumkuması” geleneğince bu isteğe sıcak bakmaz. Ama muhabbetin bir aşamasında, bastırılanın geri dönüşü galip gelir ve bir hatırasını anlatır: Doktor Doğu Berlin’dedir... Kıbrıs’ta AKEL üzerinden dışlamayla başlayan, ülkeden ülkeye kovulduğu süreçtir. Gittiği her yerden sürülen Doktor kaderiyle başbaşadır. O günlerde TKP Polit Büro toplantısı yapılacaktır. Üyenin toplantıya gitmesi, Doktor’un kaldığı mekanın önünde inip hat değiştirmesiyle mümkündür. İlk kez parti ile hayat ve gerçekler arasında sıkışır. Araçtan indiğinde Doktor’a uğrayıp hal-hatır sorsa, parti disiplinine uymayacak dahası partiye “ihanet” edecektir. Uğramadan toplantıya gitse içi rahat edemez. Sonunda bir çözüm bulur; hayatında ilk kez partisine yalan söyler, hasta olduğu gerekçesiyle toplantıya katılmaz. Bu olayı zihninin çekmecelerinde yıllarca saklayan ve “ağzından kaçıran” kişi, olayı anlatırsada duyulması endişesiyle rahatsız olur. “Bunları bir yerde anlatırsanız, yazarsanız, külliyen inkar edeceğimi bilin!” mealinde bir cümle kurmayı ihmal etmez...


Esas duruş mülkün temelidir” demişti, Ece Ayhan... Biz de derdimizi anlatmak için abartarak, esas duruşun partinin de temeli olduğunu söyleyebiliriz. Tartışmanın değil tartışmamanın, soruların değil cevapların, ben'in değil biz'in, sevmenin değil sevmemenin, iyiliğin değil kötülüğün partinin temeli olduğu bir algının hükmünü sürdürdüğünü bilince tüm bunlar “doğal” olarak kabullenilebilir! Ama değil... Bir yanlışın belki de sevgisizliğin bu kadar derinde saklanarak yüzleşil(e)memesi, olay mahalline giderek yasının tutulup hikayenin yeniden kurulamaması günüzdeki tuhaf halimizi anlamamızın da anahtarı... Aradan bunca yıl geçtikten sonra, “Ödleriyle öten kuşlar” olarak kalmak, insanın ve partinin öd'den de korkudan da yapıldığı anlamına gelebilir... “Dünyada geçirdim çocukluğumu/ İnsanlardan eşya yaparlar” demişti M.Cevdet Anday... Devrimi beklemeden karar karar vermek gerekiyor; devrimci insanın “disiplin” yerine ikame edilen “korkudan” yapılmasından daha kötü ne olabilir
Can Yücel, 1974'te Adana Cezaevi'nde devrimcilerin aralarındaki kavga sonucunda kapatıldıkları “hücre” macerasını Bir Siyasinin Şiirleri'nde bir şiirinde şöyle anlatır: "Burası dipkapalı/ Tabanı su, tavanı çemen/ Sekiz gündür seyrandayız.../ - İkisi ağır, on bir yaralı;/ Tamamen idiot'lojik bir maraza yüzünden-" Bu şiirde Can Yücel'in icat ettiği “idiot'lojik” sözcüğü, üzerinde odaklandığım derdin kalbinde duruyor.
Belki de Doktor, amansız bir tartışmacı ve mücadeleci olan doktor, zarfın mektuba, tüzüğün programa, devrimcinin devrime, devrimcinin devrimciye yakışmadığı ilişkilerin mağduru (belki de “mağlubu” olarak...) olarak “Amansız bir güceniğim” demişti de sesini kimseye duyuramamıştı. Bu sesin şimdi duyulması devrime dahil değil midir?


TARİHTE İYİLİĞİN VE KÖTÜLÜĞÜN ROLÜ

Haset etmediğini söylüyordu; Memet Fuat da biyografisinde; 'Nâzım Hikmet'i anlamak isteyenler öncelikle 'iyilik' konusu üzerinde durmalıdır' diyor, 'Yakınları Nâzım'ın başına ne geldiyse iyiliğinden gelmiştir' derlerdi. Yakınlarının Nâzım'ca pek de hoş karşılanmayacak muradını (“ne geldiyse sosyalizmden...”) bir yana bırakalım – fotoğraflarına bakmak bile Memet Fuat'ın saptamasını doğrular. Şunu eklemek isterdim ben: Nâzım, kendinde kötülüğe çokça izin vermeyen çünkü kötülüğü uzun süre taşıyamayan, onu inkar eden adamdı. Kötülüğe zaten pek ihtiyaç olmayan ortamda büyüdüğü için mi böyleydi, bilemem. Öte yandan iyiliğin de sadece iyilikten yapılmadığını görmek gerekir; Nâzım'ın da seveceği bir deyimle bir 'süreçtir' iyilik, kendi kayalıkları arasında kendi yolunu aramak ve bulmak zorundadır...” (Orhan Koçak, Kopuk Zincir)

İşaretleri, iyilik kötülük, yanlış-doğru, sevgi-sevgisizlik, düzlemlerinde de okumak yadırgatıcı olabilir. Dahası, sınıflardan kopuk bir analiz olduğu da söylenebilir, söylenmiştir. Bu algının, ilk tahlil ile son tahlil arasındaki salınımı es geçtiğini söyleyebilirim. Son analizde bile her şeyin, tüm davranışlarımızın, algı biçimlerimizin sınıf mücadelesi, sınıflar çatışması ile belirlendiğini söylemek abartılıdır. Bir devrimci işkencede, sosyalizm ve devrimi aklına getirmeden çocuğu, sevgilisi ya da “kişisel” onuru için de direnebilir. Tupamaroların efsanevi önderlerinden Maurice Rosenkof, Türkiye'ye geldiğinde her şeyin, her sorunun ve her cevabın “devrime ve sosyalizme” bağlandığını görünce “'Mate' de (çay) devrim kadar gerekli… Ben sevişirken devrimi düşünmem!'' mealinde cümleler kurarak, tersten bir okuma kapısı aralayarak ezber bozmuştu...


Yakınları dahil yaygın bir kanaat olarak “iyilik” öznesi naif bir politik özne olarak tanımlanan ve bilinen Nâzım Hikmet'in, Doktor'un hatıratında “kötülük” öznesi olarak karşımıza çıkması okura şaşırtıcı gelebilir hatta öfkelendirebilir. Daha önceleri de Nâzım'ın tabu-tapu olarak algılayanlara hatta şiir beğenisini onunla kodlayanlara Cemal Süreya şöyle yanıtlamıştı: “Bu bakımdan onun son yüzyıl dünya şiirinin öncü yönsemelerini önce kendinde birleştirerek sonra da aştığı fikrine katılmıyorum. Sevginin söylettiğiaşırı ve gerçekle ilgisiz sözler olarak karşılıyorum bunları...” “Aşırı” sevmek ile “aşırı” sevmemek arasında iki uçta salınan, arkadaş olmadan yoldaş, yoldaş olmadan arkadaş olmak, şeklinde özetlenebilecek ama konumuz açısından “sevgisizlik” olarak tezahür eden gelenek, insanı salt politik özne olarak algılayan tek boyutlu insan tasavvuruyla da ilgilidir. Parti/örgüt içindeki haller bir kenara, politik arkadaşlık bitince her şeyin bir anda sıfırlandığı hatta devasa bir “ötekileştirme”nin gelenek olduğu bir görgüdür bu. Sadece Doktor'un hatıratı üzerinden değil döneme ilişkin politik yazılar ve romanlar ve hatıratlar, her iki öznenin içinde devindiği parti tarihinin bir “şüphe tarihi” olduğunu da söylüyor... “Şüphe” sözcüğünün, illegal çalışmanın zorunluluğu üzerinden hafifletilmesi gerçeği değiştirmiyor. Öte yandan “şüphe” sözcüğünün değişik çağrışımlarından birinin “polis(lik)” olduğu da ayrı bir tartışma konusu. (“Son sözüm bu. Polis olduğuna inanmıyorum. Polise yarıyacak taşkınlıklar, aykırılıklar yapabilirsin.” Nâzım, geldiğinden çok içerlemiş olarak gitti. Arkasından üzüldüm. Mizacı onu taşırıyor. Ama ben ne yapabilirim? Her şeyi, her yerde uluorta yayıyor.” (Hikmet Kıvılcımlı) Doktor ile Nâzım arasında “polislik” üzerinden süren tartışma aslında şüphe tarihi ve şüpheli şahıs ortamının ürünü... Korku.. Şüphe... "Sevgi" nerede diye sorulabilir... Bizim bu yazı kapsamında ilgilendiğimiz, “şüphe”nin sürekli bir tedirginlik yarattığı, dahası, ilişkilerin seyrini engelleyip travmaya dönüştüren bir özelliğe sahip olduğudur. (Donanma Davası'nın Nâzım'ın kapısını çalan bir gençten şüphelenip polisi araması da “şüphe tarihi”ne dahildir... Sovyetler Birliği'nde yaşarken, bu kez, sosyalist anavatandaki ilişkilerden “şüphelendiği” ama bunu teorize edemediği ve sistemin içinde kaldığı da bir başka hakikat.)

Thomas Mann'ın, "Faşizm ideoloji değil bir kötülüktür" ters vurgusunu hatırlattıktan sonra, ünlü sinema yönetmeni Pasolini’nin kendisiyle ilgili bir cümlesini de muhabbete dahil etmek gerekiyor: "Rimbaud'un şiirini okuduğum 1937 yılının o gününden beri doğal olarak faşist değildim artık. Bundan böyle faşizme karşı oluşum, salt kültürel bir şey olmaktan çıkıyordu. Evet, çünkü kötülük'ü kendimde denemiştim..." Kötülüğü kendinde deneyen değil kendini tanımladığı ait olduğu çevrede/parti ve partililer tarafından kendinde kötülük denenen biridir Doktor... Şöyle de söylenebilir; kendine yapılan kötülüklere iknadır! Ama neden? Hayatı boyunca bu soruyu sormuştur. Bu anlamda da bu merakı kovalarken ölmeden çok önce fazla kötülükten, partideki haddinden fazla teorisizlikten de ölmüştür doktor. (Cemal Süreya, “Herşeyin fazlası zararlıdır ya/ Fazla şiirden öldü Edip Cansever” demişti bir şiirinde... Turgut Uyar için ise “Öldüğü gün hepimizi işten attılar” diye şiir not düşmüştü Süreya. Ne var ki, Doktor öldüğünde, kötülüğü, korkuları, vefasızlıkları işten atmadılar... Tam tersine, Metin Altıok'un “Sevgilim aşk da uyar çevreye / Ve kendine parlak bir yalan arar” dediğince sürdü hayat. Parti(ler), yeni yalan, yeni şüphelerle ve yeniş kurbanlarla yollarına devam ettiler... (Çevresindeki ilk halkada olan, kendisini “esirgeyen” bir kaç kişinin “iyiliği” bile fazla gelir Doktor'a. Bu iyilikten bile “şüphelenmesi”, nasıl bir ilişkiler manzumesinde yaşandığının da delilidir...) Bu nedenle “kötülük” hiç aklından çıkmaz. Çünkü kötülük hep vardır ve hayatlarına içkindir. Teorik-politik külliyatı dışındaki hatıratı kendinde denenen kötülüklerin anlatımı ve delilleriyle doludur. Can Yücel'in “ağaç kuşa kuş ağaca kayıtlı”dizelerinden mülhem söylersek, her parti “gönüllü” ve/veya “zorunlu” bir ikna iklimi ve ritüeli üzerine de kuruludur. Bu bağlamda da, iç muhalefetin ya da kolektif ve ezber edilen cümlelerin dışında kendine ait cümlesi, şerhi ya da itirazı olanların “şeytanlaştırılması”, “günah keçisi” olması da bir öğrenilmiş çaresizliktir. Partili olmaktan öteye, partinin kaderini/kaderini birlikte tayin ettikleri arkadaşlarının daha sonra -ya da başından beri- şahsına karşı kâh“susuş kumkuması” olarak kâh “açıktan“ takındıkları tavrı devlete yenilenin yenilmeyenden intikamı olarak da okumak mümkün…Bazı partililerce başka bağlamlarda dile getirilen bu okuma ya da ihtimal yabana atılmamalı. (Çözülenlerin çözülmeyenlerden edebiyat, roman ve şiir yoluyla intikam aldığından söz etmiştir Mihri Belli…)


Doktor'un ezber bozma özelliği bilinir. Ne var ki, yazdıklarının ezber bozup bozmadığı veya ne kadar ezber bozduğu tartışılabilir. Dahası, Doktor'un ve külliyatının bir kimilerince ezber nesnesi haline getirildiği bile söylenebilir. Hatta, bazı “Doktorcuların” onu ezber ederek de kıymetten düşürdüğü söylenip eleştirilebilir. Bu “severek cezalandırma” mekanizmasıdır. (“Beni uyardı, beni yalnız bıraktı, anladım/ Çocukken vururdu, kanatırdı ezerdi/ Bu kez de/ Anladım severekten/ Okşayaraktan yapmak istedi aynı şeyi.” [Edip Cansever])
Bunca teorisizliğe nasıl vakit bulabiliyoruz çağında, teorinin ve politikanın III. Enternasyonal ile ve ona kayıtlı partinin kararlarıyla özdeşleştirildiği bir dönemde onu tanımlayan iki özellikten biri; özgün teorik-poltik külliyatı, ikincisi ise, siyasi polisle mücadele sanatındaki “biricik“liktir. Teoriden yoksun, genelde Üçüncü Enternasyonal özelde Sosyalist Anavatan merkezli bir algının bu iki özellikle donanmış birini “dışarlıklı” ilan etmesi için doğaldır! Çünkü onun standardın üstünde, dışında oluşu ve hizaya esas duruşa geçememe hali dışlanması için yeterlidir. Tüm özgünlüğüne karşın, Doktor’un kendini de bir biçimde şekillendiren bu mekanizmadan çok insanlar üzerinden bir hesaplaşması ve aynı mekanizmanın başındaki Brejnev'den “adalet” talep etmesi ise paradokstur. (Bunu 1917 terbiyesi, parti terbiyesi olarak da okuyorum...)

Bir başka dünyanın ilişkilerin mümkünlüğü üzerine kurulu partilerin, karşı çıktıkları şeye benzedikleri, dahası sanki bir “kötülük topluluğu” algısı yaratması üzerine düşünmek gerek... Öte yandan ağzınla teori tutsan da, pratikte şaşmasan da “bağışlanmamak”, bir tür aşağılayıcı garezi hep yürürlükte tutan ilişkiler sorunludur. Bu, mitolojilerdeki ve tarihsel hikayelerdeki kolektif hınç mekanizmasını anımsatan bir özelliktir. (Divan edebiyatında "Selase-i gassale" (üç yıkayıcı) maznun vardır... Bir muhabbette üç kadehten sonra yanlışlar bağışlanır...) Besbelli partide/örgütte hep sultan mahfilinde oturmak, siyaset zarını bunun için atmak kuraldır. Doktor'un hatıratında anlattığı karakterleri yeniden okurken, ilk aklıma gelen "Tanıklık Tutanağı Şoştakoviç'in Anıları" oldu. Sürekli bir karabasan, kuşatılmışlık, kötülüğün her an her yerden geleceğine dair bir çaresizlik... Şiddet ve çaresizlik “kurban ritüeli”ndeki gibi her zaman devreye girmek üzre hazır halde hep yedekte duruyor... Yine, mitolojilerde olduğu gibi sürekli bir kurban(lar), ikame ilkesi varlığını koruyor...

Sevmek en uzun kelime” demekle kalmamış, "Anlamıyorum, yoksa burs mu veriyorlar birbirini sevmeyenlere" diye de tarihe not düşmüştü Cemal Süreya... Sanırım “ödevleri yenilmek olanlar” için mesele biraz da budur...


İKİ HİKMET BİR ARADA

"Yârın Türkiye'de azıcık Marksizm-Leninizm yasağı kalksın, yazdıklarının aslını bütün gücüyle okuyup kavrıyacak -olanlar senin şiirlerini taşa tutabilirler." '- Teşekkür ederim, Hikmetçiğim, dedi. Beni hiç kimse böyle eleştirmedi, aydınlatmadı. Söylediklerin, benim de içimde birikip gerginlik yaratan duyguların üzerine bir projektör sıktı. Şimdi kendimi, kendimde yadırgadığım eksikleri daha iyi kavrar gibi oluyorum." Kimi 'Saltanat', kimi 'Salamuna' arabası denilen berbat kırmızı hapisane arabası gelmemiş. Yayan Babıâli'den geçiyoruz, yokuş yukarı. Nâzım bitişik koluyla kolumu havaya kaldırdı : '- Görsünler, Hikmet... Kelepçe bizi gene birleştirdi. İstediğimiz denli ayrılalım...” (Hikmet Kıvılcımlı)

Nâzım Hikmet ile Hikmet Kıvılcımlı ilişkisi pek çok açıdan önemli. Bu yazının önemsediği ise bu ilişkiyi poetika ve politika odağında yeniden okumak ama daha da önemlisi hatırlatmak. Her şeyden önce, Doktor'un hatıratındaki Nâzım, şair olarak da politik özne olarak da Marksizmle ilişkisi zayıf, "yukarda" eğitilmiş teorinin özüne vakıf olmayan bir karakterdir. Doktor'un onu anlamaya çalışmasına ve hafifletici nedenlerine rağmen Nâzım, partideki "kötülük" ittifakının içindedir ve Doktor'un nişan zaviyesindedir... (1 – ESKİLER: Türkiye'de illegal Marksist- Leninist hareketi ve Parti'yi birlikte kurduğumuz 3 kişi: Şefik Hüsnü, Baytar Cevdet, Hasan (Böcür) dür. 2- YENİLER: Dediklerim,Parti'nin İstanbul'da yapılan I. (Bakü'dekine göre II. ) Kongresinde ve ilk kuruluş çağlarında fiilen çalışmamış, sonradan katılmış bulunanlardır. Bunlar da 3 kişide toplanıyor: Nâzım Hikmet, Lâz İsmail, Lâz Zeki Baştımar. (...) Beni Parti'den atmak 'şerefi' bu 3 kişiye mi düşmüştür? Niçin? Tekrar edeyim İdeolojik neden aranamaz. Bu 3 kişinin, -Marksizm Softalığı dışında,- 'ideolojileri yoktur. Pratik neden, her üçünün de 'benden kurtulmak' içgüdüleri olabilir. Benim, 50 yılın ilk gününden beri herkesi en nâzik içyüzünden tanımış olmam dolayısıyle, hazır ele bir 'iktidar' geçmişken, kestirme yol­dan 'nötralize' edilmem, onların kişilikleri için yararlı olabilir.”)

Doktor, verili olanın tam tersi bir Nâzım karakteri çiziyor ve sorusuz-sorgusuz kabul ettiğimiz fotoğrafı tersindenyeniden çekip bize sunuyor. Bu önemli. Bu öyle derin bir derttir ki, İstanbul 1. Sıkıyönetim Mahkemesi Başkanlığı'na yazdığı “Sayın Yargıcım” başlıklı ve 29 Eylül 1971 atrihli dilekçede “Ve 70 yıl, bu kara toprağın kuru öküzü gibi yaşadığım ülkemde, gene öyle hesap vererek yatmaya kararlıyım. Varna kıyılarından, kedi miyavlamalarıyla yurt hasreti gösterilerine kalkışacak anlayışta ve mizaçta değilim. Geliyorum. Saygılarımla.” diyerek Nâzım'a gönderme yapmayı ihmal etmiyor. Belli ki, başına gelenlerin müsebbibi saydığı Nâzım'ı hiç unutmamıştır.
Ona göre teoride ve siyasette, örgüt hayatında saçmalayan, “... sen çok... nasıl diyeyim, safsın, dersem kızma.” dediği Nâzım hiç değilse şiirde daha az saçmalamaktadır! (“- Sen şairliğine devam et Nâzım, dedim. Şiirinde fazla saçmalamadığın sürece dâvâyâ yararlı olursun.”) Beni bu muhabbet açısından en çok ilgilendiren konulardan biri, Doktor'un çizdiği Nâzım figürü bir yana, Doktor'un onun şiirine ilişkin söylediklerinin meraklısı dışında bilinmemesi edebiyat alanında dolaşıma sokulmayan bir bilgi olmasıdır...

Doktor her ne kadar Nâzım'ı da “kötüler” içine katsa da, onu acıyarak dinledim” dese de, “şairle” ilgili yazdıkları diğerleri kadar öfkesini içermez. Sanki daha toleranslıdır şaire sanki. Ona, Parti demek biçim demektir. Sen, özde haklı bile olsan, biçimi çiğnedin mi, eloğlu yakana yapışır.” diye öğütler verir... Ama bunlardan daha da önemlisi bize şair ve politik figür olarak sunulan Nâzım fotoğrafından çok farklı bir fotoğraf vermekle kalmaz, onu resmi sosyalizmlerin “günah keçisi” olarak algılanan bir yerden de tanımlar:(“Heyecan çatlatma ve nutuk çekme bakımından Nâzım'ın anadan doğma Troçki mizacı vardı. Troçki'nin hangi ideolojiyi nasıl beslediğini belki Nâzım incelememişti. Şâir olarak eğilimi Troçkizme yatkındı.”) Nâzım'ın politik olarak “iyi” veya “kötü” olması bir yana,

Nâzım'ın şiirlerine ilişkin Doktor'un söylediklerinin edebiyat alanındaki görünmezliği şaşırtıcıdır. Doktor'un Nâzım'la şiiri üzerine yaptığı tartışmalar ve saptamaları sadece geçmiş açısından değil bir bütün olarak Nâzım şiirine yeniden bakılması açısından önemli:
Şiirleri üzerine benim eleştiri yapacağımı duymuş. Neleri beğenmediğimi ısrarla anlamak istiyor : '- Sana söyliyebileceğim iki şey var Nâzım bir : genel olarak Komünizm senin can damarındır. Ondan koptuğun gün: Bâ-bıâlî kaldırımında sürüsüne bereket, her gün yüzü fışkırıp, yüzü silinen, ciğeri beş para etmez kelime hokkabazlarından biri olursun. (...) İkincisi : herşeyden önce sen Türkiye halkının idealisti olabilirsin. “- Değil miyim?”, “- Henüz değilsin. Biçimce ve özce değilsin. Öz bakımından sen Kutva'da ezberlediğin Marks-Engels-Lenin formüllerini Türkçeye şaşırtacak dillerle çeviren bir bülbülsün Ve o şaşkınlıktan iyi yararlanıyorsun. Böylesi uzun sürmez.”)

Bu bağlamın hatırlattığı bir bilgiyi de paylaşmak gerekiyor. Doktor'un ölümünde sonra 1976'da büyük ihtimalle Doktor'dan habersiz olarak Cemal Süreya'nın yazdıkları önemlidir:

"Nâzım Hikmet'in şiirinin tarihsel maddecelik karşısında durumu nedir acaba? Marksist öğe şiirinde nasıl biçimlenir? Bence, onun şiiri için ‘materyalisttir‘ diye kestirip atmak işi biraz el çabukluğuna getirmek olacaktır. Temelde bir duygu adamıdır Nâzım Hikmet. Kendisiyle hesaplaşmaya cesaret etmesine, Osmanlı duyarlığını parçalamaya çalışmasına karşın, yine de o duyarlığın kadrosu içindedir. Şiirinde tarihsel maddeci değil de, tarihsel maddeci olmak isteyen bir hava var. Şiirde materyalist olmak için insan doğa ilişkilerinin epopesini yazmak yetmez. İnsanın insanla ilişkilerinde marksist bir yön yakalamak gerekir. (...) Nâzım Hikmetin şiirinde marksizm ve tarihsel materyalizm yüzeyde politik tutamaklar halindedir; materyalizme iyice yaslanmak istediği halde mısralarının yapısında da, özünde de ayırıcı özellik, materyalizm değildir... Onda materyalimden ve marksimden çok, materyalist ve marksist verilerden söz etmek daha uygun olur... Bununla birlikte şiirimizde ilk materyalist de, ilk marksist de odur. Nâzım Hikmet'in kendine özgü girişiminin taşıdığı bazı özellikler, onun sadece materyalist tanınmasıyla sonuçlanmış, materyalizme karşı olan özellikleri unutulmuştur. (...) Bence Nâzım Hikmet'in marksizmi şiirinde daha çok siyasal düzeyde kalmıştır. (...) Bu yüzden şiiriyle hayat görüşü arasında bir ara kalmıştır... (Cemal Süreya, Şapkam Dolu Çiçekle)


SUÇLU AYAĞA KALK YA DA TARİHE BAK ANLARSIN

1921'lerden 1971'e dek Türkiye'de hiç aralıksız Marksist-Leninist olarak Teorik ve Pratik savaş verdim. 50 yıldır Türkiye burjuvazisi beni: 'Azılı Komünist' diye boyuna koğuşturup mahkûm etti. 40 yıla yakın mahkûmiyet hükmünü 'Komünistlik' suçundan giydim. 22 yıl cezaevlerinde 'Komünist' diye yattım. 1971 Haziranı Sofya'da, -bana değil yanımdakilere, - benim 'Türkiye Komünist Partisi'nden atıldığım söylendi. O güne dek 'Parti' adına hiç kimse bana özel yaşantım veya ideolojim açısından en ufak bir eleştiri, yahut bildiri yapmadı. Düşünce ve davranışlarıma karşı yalnız 'saygı' gösterileri duydum. O nedenle Sofya ve Berlin'den Moskova emriyle kovuldum. Şimdi üç ölüm cezası ile mahkûm bulunuyorum :1- Prostat Adeno Karsinom başlangıcı. Yetmişinde insan için tabiî idam hükmüdür- Ona bir diyeceğim yok. Ondan kaçamam. 2- Türkiye'de Sıkı Yönetim Mahkemesi: 'Yılanın başı', 'Azılı komünist' olarak idam cezasıyla tevkifime karar verdi. Bunu da sosyal ve politik bakımdan 'tabiî' sayıyorum. Bundan kaçtım. 3- Nerede ve hangisi olduğunu bilmediğim bir 'Türkiye Komünist Partisi' beni bu sıra Parti'den atmış. Bu moral 'idam' kararını artık 'tabiî' bulamıyorum. Ve kaçamıyorum. 1. ve 2. ölüm cezaları olacağına varır. 3. ölüm cezasına karşı hiç değilse burjuva mahkemelerindeki kadar savunma hakkımı kullanmazsam, bu savaş dünyasından giderayak, son görevimi yapmamış olurum.”(Hikmet Kıvılcımlı)

Doktor'un bu çağrısı, sosyalizmin nasıl bir toplum tasavvuru olduğu, amaç-araç, ben-biz diyalektiği dahilMarksizmin en sorunlu alanlarına ayna tutmamızı gerekli kılıyor. Özellikle de araç (parti, örgüt vs.) meselesi ve ona bağlı olarak ben-biz ilişkilerine dair klasik, klişeleşmiş klasik algının devrimcileri ne hale getirdiğine dair örneklerle doludur hayatlarımız. Biz'in eleştirisiz kutsanması üzerine kurulu, dünya tarihsel bütünlüklü ve özgür bireyi sürekli biata davet eden, sorusuz özne olarak kendi olmamaya zorlayan, “susma “ve “susturma” geleneği ile hesaplaşmak gerekiyor. Tüm sosyalizm deneyimleri tarihini, tüm iddialara karşın, yapılan ve yenilen, yapılmadan yenilen tüm devrim teşebbüslerine karşın “ben” ve “biz” olamama tarihi olarak okuyabiliriz. Devlet ve devrim bahsinde “tarihte şiddetin rolüne” ilişkin algılar, parti içi veya devrimciler arasındaki şiddetin de teorisi olarak idare ediliyorsa devrim kere oturup düşünmenin zamanıdır... Doktor meselesindeki politik ve insani dram, tarihte bireyin rolü gereği itiraz eden “bireye devlet olmak” olarak da okunabilir. Bu nedenle sorun, devlete hatta kapitalizme yenilenlerin bir birlerine devlet olmaları olarak da okunabilir. Sürekli olarak hem birbirinden hem teoriden hem de pratikten zarar etme geleneği. Devrimcilik çok yalın olarak “çiçekleri biçimli tutmak”tır, dili biçimli kullanmak amaç ve araç diyalektiğini biçimli kurmak. Doktor'un acısına bakmayı bilmeyen bunu gerekçeli zararlarla “zorunluluk!” kaleminden unutan, onun SBKP M.K. Genel Sekreteri Leonid Brejnev'e yazdığı “şikayet/adalet” metnindeki “İstenen şey samedanî bir şefaat ve merhamet değildir.(...) Ölüm döşeğinde olsam bile, her türlü dâvâlaşma ve karşılaşma için hazırım. Sizin Sosyalist Adâletinizi umabilir miyim. Selâmlar, Yoldaş. 30.9.1971” cümlesinde içkin tarihi, siyasi ve insani dramı anlamadığımızda kalbimizin yerini de devrim tahayyülünü de anlamıyoruz demektir... Bu algıyı yeniden üretenlere; Cemal Süreya'nın “Senin kahkahanın boğumlarında/ Söz temiz değil” dizesini hatırlatmak gerekiyor. (Kendine reva görülen bunca kötülüğe rağmen, öfkesi de sevgisi de temiz yanıdır onun.)
Şöyle de söylenebilir: Ölüm devletten yani karşıdan gelseydi ya da sadece hastalıktan gelseydi, Doktor bu kadar yıkılmayacaktı... Ama “ölüm” Allah'ın değil Partinin de emriydi ve karşıdan değil içerden de bünyeden de geliyordu. Doktor son anda kendine sığındıysa da, 1917 ve Parti terbiyesi gereği gözucuyla Brejnev'e de bakmaktan (ve dahi sıkıyönetim mahkemesine) ve yazmaktan geri kalmadı... Konuşacak başvuracak merci kalmamıştı çünkü. ...hakkımdaki düşüncelerini belki ölünciye dek öğrenemiyeceğim...” [Hikmet Kıvılcımlı])
Konuyu kıssası da hissesi de bize de nasip olsun diyerek bir anekdotla ilişkilendirelim...1930'lu yıllarda ada ülke Kıbrıs'ta “Paralı”dan bozma “Paralik” lakaplı bir Kıbrıslı Türk yaşarmış... Paralik ticarete yatkınmış. Düşünmüş taşınmış, adayı karış-karış dolaşıp Kıbrıslıların aynaya ihtiyaçları olduğuna karar vermiş. Zamanı gelmiş ayna satın almak için İtalya'ya gitmiş. Ayna fabrikalarını gezmiş, notlar almış. Ziyaret ettiği fabrikalardan birinin avlusundaki bozuk aynalar aklını çelmiş. Ölçmüş biçmiş, Kıbrıslılar için “bozuk ayna” satın almaya karar vermiş. Binlerce yanlış ayna siparişi yapmış. Ülkeyi, insanları, kavramları yanlış gösteren aynalar kaplamış. Adalı muhalifler de bundan nasibini almış, onların kavramları da hayatları da çarpılmış. Paralik işi büyütünce, Kıbrıs adası, yanlış aynalara bakarak yanlış suretlerini "doğru" olarak gören siyasetçilerle ve onlara oy verenlerle dolmuş. Bu hikayeden rivayettir ki, o gün bu gün Kıbrıslılar, “Kıbrıs ve Kıbrıslılar nasıl” diye soranlara, “Paralik'in aynaları gibi!” derlermiş...

Bana sorarsanız Doktor ölüm döşeğinde, sağına soluna bakıp önce şu dizeleri mırıldanmıştır:
Bak göreceksin nasıl da ayrılmak istiyoruz sonra/ Nasıl da kaçmak istiyoruz birbirimizden/ Yeniden yeniden yeniden/ Yeniden hazırlanıyoruz/ Sanki bir güzelliği ödüyoruz/ Belki bir güzelliği ödüyoruz...”Sonra da, “vasiyet” ya da kıssadan hisse kıvamında son/sol sözünü söylemiştir:

Ne gelir elimizden insan olmaktan başka”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder