4 Ocak 2013 Cuma

ZAFER KORKMAZ'IN SEMPOZYUMDA SUNACAĞI "MÜNAFIKNÂME : DR. HİKMET KIVILCIMLI VE KOMÜNALİZM" BAŞLIKLI YAZISI

MÜNAFIKNÂME : DR. HİKMET KIVILCIMLI VE KOMÜNALİZM
DERDİM NE?
İster teori dıyelim, ister tez diyelim ve hatta ister bunların başına bilimcil olduklarını ekleyelim; hayatta bugüne ve yarına dair karşılıkları olmadıkları takdirde, bunların üzerinde konuşmak beyin cimnastiğinden öte fazla bir anlam taşımaz.
  Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın ‘Tarih Tezi’ne bu nokta-i nazardan bakılınması gerektiği kanaâtindeyim. Yine kanaâtimce, ‘Tarih Tezi’nde zinciri sürükleyen halka, Kıvılcımlı’nın Tarihcil Devrimlerin işleyişine ilişkin söyledikleridir.  Ama bu halka yosunlarla kaplanmış olduğu için görülmekte zorluk çekilmektedir. Lâfı hiç dolaştırmaksızın –çekeceği tepkileri de tahmin ederek- söylemeleyim  ki, bu yosunlar Marxist-Leninist paradigmanın getirdiği yosunlardır, ve bizzatihî Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yı kendi tezini mantık sonuçlarına ulaştırmaktan alıkoyabilmiştir. Tezi, bizzat içine girmiş bu yosunlardan ayıkladığımızda sadece Sovyetler Birliği’nin ne olduğunu ne olmadığını ve nasıl yıkılışını daha başından getirdiğini anlamanın yanısıra ve onun da ötesinde “Nasıl Yapmalı?” sorusuna cevap getirilebileceğini görebiliriz.
Evet, kestirmeden söyleyeyim: Tarih Tezi, sadece Tarihcil Devrimleri değil ama aynı zamanda onu izleyen devrimleri de açıklamakta, daha da önemlisi  geleceğin toplumunun nasıl gerçekleşebileciğinin yolunu da göstermektedir.
Derdim, en başta söylediğimdir.  Teorinin hayatta bugüne ve yarına dair karşılıklarını bulmaya çalışmaktır. Bunu yaparken ayrıca, Demir Küçükaydın’ın “Tarihin, Marksizm’in ve Kıvılcımlı’nın Kayıp Halkası: Komün” başlıklı çalışmasında dile getirdiği kimi hususlara ilişkin düşüncelerimi de aktmaya çalışacağım. Daha fazla dağıtmadan konumuza dönelim.
KIVILCIMLI NE DEMİŞTİ?
Önce Kıvılcımlı’dan uzunca bir alıntı yapayım:
     TARİHSEL DEVRİM - SOSYAL DEVRİM
“Başlıca konumuz olan Tarihin büyük GEÇİT konaklarında, tek vurucu güç barbarların Tarihöncesi Toplumundan aldıkları sosyal gelenek-görenekli üstün kollektif aksiyonlarıdır. Medeniyet doğarken, yeryüzünde bilimsel anlamıyla VAHŞET toplumu kalmamış gibidir. Dünya en az çömlekçilik (balçığı pişirme) zanaatını keşfetmiş Aşağı Barbarlar'dan yukarıya doğru; Orta Barbarlar ve Yukarı Barbarlar ile kaplanmıştır. En ilk Gelenekler ve Mitolojiler (masal bilimler) gibi Berose ve Herodot Tarihleri de, Etnoloji (ırk-bilimi) ve Arkeoloji (eski eserler bilimi) araştırmaları da bunu açıklıyor.
“Antika Tarih: Irak'ta Protosümerlerden, Mısır'da Predinastik Toplumlardan Modern çağa gelinceye değin, belirli Coğrafya ve Tarih üretici güçlerinden hız alan barbar yığınlarının, nöbet sırası düştükçe medeniyete geçişleri tarihidir. Bir medeniyetten ötekine geçişler: Yeni ve taze (Coğrafya-Tarih-Kollektif aksiyon) üretici güçleriyle eşikte bekleyen bir barbar Toplumun Antika Tarihe girişinden başka bir şey değildirler.
“Antika medeniyetin kendi içinde, - Modern medeniyette görülene benzeyen - bir "SOSYAL DEVRİM" imkânsızdır. Yeni bir sosyal sınıf, eski gerici sosyal sınıfı devirip medeniyeti kurtaracak durumda kollektif aksiyon gücü sağlayamaz. O zaman eskimiş medeniyetin üretici güçlerini boğan üretim münasebetlerini kökünden kazıyacak barbar yığınları akına başlar. Barbarlar, Tarihöncesinin en sağlam ilkel sosyalist (Gelenek-Görenek ve Kollektif aksiyon) üretici güçlerini harekete geçirirler. Eskimiş medeniyette en az bulunan şeyse özellikle o güçlerdir. Onun için eski medeniyet dayanamayıp, inanılmaz çabuklukla yıkılır. Bu da bir devrimdir, ama, Sosyal Devrimin zıddına eski medeniyeti kurtaracağı yerde yokettiği için, ona: TARİHSEL DEVRİM adı verilebilir.
“Üretici güçlerden ikisi (Teknik-Coğrafya) MADDEye, ikisi (Tarih-Kollektif Aksiyon) İNSANa dayanır. Eskimiş medeniyetin insan üstüne çullandırdığı baskı onu, üretici güç keyfiyeti bakımından olumlu gelenek-görenekleri Kollektif aksiyondan yoksun edince Medeniyet taze insan gücünü dışarıdan, Barbarlardan sağlamaya kalkışır. Aylıklı barbar asker, Medeniyet kalesini içinden yıkmaya başlar. O zaman Teknik üretici güçler, dolambaçlı yoldan, dışarıdan rol oynarlar. Çünkü daha önce Medeniyet: Ham madde kaynaklarını işletir ve ticaret münasebetlerini geliştirirken, teknik üretici güçlerin bir kolunu Barbarlar içine atmıştır. Teknik üretici güçler şimdi, o dışardaki kolu ile, içinden düzelmesi imkânsız olan eski medeniyeti yıkarak insanlık için yeni bir medeniyetin kuruluşunu sağlar. Onun için Tarihsel Devrim medeniyetlerin sonu değil, bir çökkün medeniyetin sonu, doğacak bir medeniyetin de başlangıcı olur. Böylece en son duruşmada kesin hükmü gene maddî üretici güçler (Teknik, elverişli Coğrafya) vermiş olur.
“Demek Tarihsel Devrimle insanlık durmaz, hız almak için gerileyip atlar. Bu atlayış, çöken medeniyetin, Barbarlık içine attığı maddî üretici güç kollarının çeşidine göre çeşitli sonuçlar verir.
“İKİ ÇEŞİT TARİHSEL DEVRİM
  “Antika Tarihte görülen o yaman, korkunç ve inanılmaz Devrimler başlıca iki tipe girerler:
“A – BİRİNCİ ÇEŞİT TARİHSEL DEVRİM
“Tarihsel Devrimi yapan Barbarlar,1) Yeni Coğrafya ve Teknik üretici güçlerine gebe bir ülkede yasayan; 2) Yukarı Barbarlık Konağı seviyesine değin yükselmiş KENT (Cite)den çıkan barbarlar ise: Eski yıkılmış medeniyetin yerine yepyeni bir orijinal medeniyet kurarlar. Çünkü içinden çıktıkları ülke, maddî üretici güçlere (Coğrafya ve Teknik üretici güçlerine) gelişim sağlar. İçinden çıktıkları Kent ise: Hem Tarım (Ziraat) ölçüsünde yüksek teknikli ve iş bölümlü bir ekonomi temeli sağlamıştır; hem de yeni bir kültür ve üstyapı için gereken zenginlikte kurum ve kurallar kazandırmıştır. Yıktıkları eski medeniyetin temellerinde: Eski üretim münasebetlerinin boğduğu,duralattığı, gerilettiği üretici güçleri kolaylıkla serbest bıraktıkları gibi, kendi geldikleri Coğrafyanın üretici güçlerini de eskilerine aşılayarak daha ileri Teknik üretici güçlerin doğmasına kapı açarlar. Çöken medeniyetin üstyapı kurum ve kurallarını kendi Kentlerinin kurum ve kurallarından aşağı buldukları için, onları hiçe sayar veya alt duruma sokarlar.
“Yukarı barbarlar: Yıktıkları medeniyetinkinden daha ileri üretim münasebetleri kurabildikleri için ve yıktıkları medeniyetin kurum ve kuralları yerine kendi Kentlerinin kurum ve kurallarını dayatacak güçte bulundukları için, hem çöken medeniyetten daha ileri, hem de bambaşka çeşitten orijinal yeni bir medeniyet yaratmış olurlar.
“B- IKINCI ÇESIT TARIHSEL DEVRİM
“Tarihsel Devrimi yapan barbarlar: 1) Yeni Coğrafya ve Teknik üretici güçlerine gebe olmayan bir ülkede yaşayan, 2) Orta Barbarlık Konağı seviyesinden yukarı çıkamamış Sürücü Çoban barbarlarsa, yıktıkları medeniyetin yerine orijinal bir medeniyet kuramazlar. Çünkü, içinden çıktıkları ülke, yeni üretici güçler (Coğrafya ve teknik üretici güçler) sağlayamaz. İçinden geldikleri Toplum, her Antika Medeniyetin üretim temeli olan Tarım ekonomisine ulaşamamıştır. Kendi göçebe kurum ve kuralları da, yüksek teknikli ve iş- bölümlü medenî ekonomi temeli üzerinde gelişkin üstyapı münasebetlerine çekidüzen verebilecek yeterlikte değildirler. Ne yeni bir Coğrafya, ne yeni bir Teknik üretici gücü sentezleştirecek durumda değillerdir. Bütün becerileri: Göçebe gidiş gelişlerine en uygun ideal Ticaret kervancılığıdır. Ama, Ticaret yapabilmek için gerekli bol ürün veren yüksek üretim kendilerinde yoktur.
“O yüzden, ister istemez içine girdikleri çökkün medeniyetin, gerek ekonomi temelini, gerekse üstyapı kurum ve kurallarını oldukları gibi benimsemek zorunda kalırlar. Onun diniyle dinlenirler. Yalnız, üstüne çıktıkları, egemen oldukları çökkün medeniyetin ilk doğuş zamanlarındaki münasebetlerini (kendi Tarihöncesi Toplumlarının gelenek-göreneklerine ve kollektif aksiyonlarına daha yakın buldukları için) diriltmiş olurlar. Eskimiş üretim münasebetlerinin boğduğu, gerilettiği üretici güçleri, ilk medeniyet doğuşu sıralarındaki serbestliğe kavuştururlar. İhtiyarlıktan çökmüş eski medeniyet canlanır, ölümden sonra dirilime uğrar. Daha ileri ve orijinal bir medeniyet doğmazsa da, eski orijinal medeniyet bir RÖNESANS'a uğramış olur. (Dr. H. Kıvılcımlı, Tarih Tezi: Tarih Öncesi-Tarih-Devrim-Sosyalizm, s.20-21-22, 1976, İstanbul, Tarihsel Maddecilik Yayınları)

‘DÖN DOLAŞ YİNE BANA GEL’
Biliyorum, Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi’ni okuyanların çok iyi bidikleri bir bölüm bu. Zaten, Tarihcil Devrimler’in işleyiş kuralları da burada son derece özlü bir şekilde konulmuş. Ben bunun Tarihcil Devrimlerle sınırlandırılmayarak, genel toplumsal değişim ve devinimin (aman dikkat ‘devrim’ demedim, yazım hatası yok) kuralları olarak görülmesinin daha doğru olacağını düşünmekteyim.  Yukardaki alıntıya bir daha bakın ve gelin birşey yapalım. Yukardaki satırlardan ‘Sosyal Devrimler’ üzerine söylenenleri ayıklayıp, “Tarihcil Devrimler”in işleyiş kurallarını genelleştirelim ve Sovyet Devrimine bir de bu pencereden bakalım.
Sizler ne görüyorsunuz bilemem ama, benim ne gördüğümü, size aynı alıntıyı bazı kavramları farklılaştırak –ki bu sefer onları kalın harflerle yazıp ve tırnak dışına alıp- aktarmak suretiyle anlatmaya çalışayım:
“1) Yeni Coğrafya ve Teknik üretici güçlerine gebe olmayan bir” coğrafyada “yaşayan”, 2) Sınıflı toplum   Konağı “seviyesinden yukarı çıkamamış” sınıflı toplumun güdülen alt sınıflarının kurtarıcılığına soyunmuş  barbar gelenekli güçleriyse[1], “yıktıkları medeniyetin yerine orijinal bir medeniyet kuramazlar. Çünkü, içinden çıktıkları” coğrafya ”yeni üretici güçler (Coğrafya ve teknik üretici güçler) sağlayamaz. İçinden geldikleri Toplum, her“ komünal “Medeniyetin üretim temeli olan” komün “ekonomisine ulaşamamıştır. Kendi’  bildikleri, yaşadıkları ve kendi ilışkilerinde de yaşattıkları sınıflı toplum” kurum ve kuralları da”, komünal toplumda varolması gereken hür+yiğit+eşit+doğru insan münasebetlerini sağlıyacak “yeterlikte değildirler. Ne yeni bir Coğrafya, ne yeni bir Teknik üretici gücü sentezleştirecek durumda değillerdir.
Ve haliyle, Engels’in deyimiyle söylersek, “fethedenler fethedilirler”.O zaman da sınıflı toplum güdücüleri şu türküyü  etekleri zil çalarak çığırırlar: ‘Hadi yavrum dön dolaş yine bana gel’.
‘BUGÜNÜN İŞİNİ YARINA BIRAKMA’: DEVRİM! HEMEN ŞİMDİ!
Çıkış noktam Kıvılcımlı’nın Komün Gücü’nde işaret ettiği gerçekllik:
“Siklus Temeli insanlık tarihinin en karanlık ve en bastırılmış yanlarını saklar.
“O temeller, en yakın, en açık çimçiğ gerçeklerimizin denklemlerinden örülmüş bulunur.O yakın çimçiğ kanunların modem tarihte ulaşmış bulundu­ğu ve ulaşacağı kördüğümler ile, o ilk temeller karşılaştırıldığı zaman; veya tarihi gidiş, o ilk temel kanunlar neşter gibi kullanılarak otopsi masasına yatırılabildiği zaman,alınacak dersler ve ele geçirilebilecek uyum mekaniz­maları, bin yılları aşıcı kolaylıkları barındırabilir.”
Ben burdan nereye varıyorum?
Kısa bir zaman önce, henüz yirmili yaşların başında olan bir gencin ateşli bir konuşmasını dinledim. O konuşmanın bana en çarpıcı ve düşündürücü gelen yeri, bu genç arkadaşımızın, “biz göremesek de, çocuklarımız, çocuklarımız göremese de torunlarımız sosyalizmim kurulduğunu görecektir” dediği bitiş cümleleriydi. Bir an düşündüm, hani elimi biraz çabuk tutsaydım, benim şimdi, bu genç arkadaşla  yaşıt torunum olabilirdi. Ve işin ilginci o yaşlarda biz de benzerini söylüyorduk. Eyvah ki eyvah. Konuşmasından sonra kendisine dedim ki: “Biz de aynen böyle diyorduk senin yaşındayken. Yarın bir gün bizim yaşımıza geldiğinde benzeri bir konuşmayı bir başka yirmili yaşların başındaki gençten duyarsan şaşırma. Tabiî, EĞER BU KAFAYLA DEVAM EDİLİRSE..”
Çernişevski’nin “Nasıl Yapmalı?”[2] romanını sahneye (1995-96) uyarlarken, Lopuhov’un ağzından, yukarda sözünü ettiğim kafaya şu sözlerle karşı çıkıyordum: “YARINLAR BUGÜNDEN KURULUR. BUGÜNE BOYUN EĞEN YARINI BUGÜNE MAHKÛM EDER.” Bir tiyatro çalışmasında edebiyat parçalamak gibi görülebilecek bu sözlerin politik anlamını Mayıs 1996’da ‘MÜNAFIKNÂME: Ye Yeni Fatsa’lar Ya Hiç’ başlıklı ÖDP ile ilgili yazıda, yine “YARINLAR BUGÜNDEN KURULUR” ara başlığı altında şöyle açıklımaya çalışıyordum: ‘....Toparlayacak olursak, MBM (Merkeziyetçi + Bürokratik + Militarist) devlet yapısına alternatif bir yapılanmayı gündeme getirmek ve sadece gündeme getirmekle kalmayıp, bunu gerçekleştirme yolunda daha ilk günden adım atmak, sisteme alternatif olma iddiasının olmazsa olmaz koşuludur. Aksi takdirde, yığınların boğazına geçirilen bukağının sahibi değişmiş ve yığınlar açısından  "..eski orijinal medeniyet bir RÖNESANS"a uğratılarak varlığını korumuş olacaktır. Marx'ın deyimiyle, devlet bir elden bir başka ele geçmiş olacaktır. Yaşanan "sosyalizm"[3] denemesi bunun bir kanıtı değil mi?”
Biraz daha açacak olursam: Her yeni toplum (biçimi) eski toplumun karnında döllenir. Sovyetler deneyine bir de bu açıdan bakınca, araçlarla amaçlar arasındaki ilişkinin kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkana şaşmamak ama o araçlardan da kaçınmak gerektiğini görebiliriz. Ama buna bağlı olarak daha da önemlisi, yapılması gerekenin ne olduğunun ayırdına varmak. O ise beni, bugünden komünal temelde örgütlenmeler gerçekleştırmemiz gerektiği sonucuna götürüyor. Bunun bir kalıbı şablonu yok, olmamalı. Herkes bulunduğu yerde hayatın getirdiği ya da dayattığı sorunlara karşılık verecek komünal yapılanmalar oluşturabilir. Yeter ki, her an değişen şart ve durumlara karşılık verebilecek dönüşüm ve devinimlere açık olabilsin. Elbette ki kırılmalar dökülmeler yaşanacaktır. Kastlaşmalarla karşılaşılabilecektir. Bunları yan etkiler olarak olarak görmek gerekir.
Göremediğimiz, görmekten belki de kaçındığımız FATSA örneğini bir düşünelim. Bu örnek aslında sadece Nasıl Yapmalı? sorusuna verilecek bir cevap olmanın ötesinde anlamlar taşıyor.
Ne olmuştu? Konumuzla bağlantılı boyutundan bakarak, çok kısaca özetlersek: -Bildiğim kadarıyla- zaten kısıtlı olan devlet finansmanı, istenmeyen biri olarak Terzi Fikri’nin seçilmesiyle tümden kesilir. Sokaklar bataklık deryasıdır, sivrisinek vs. hastalıklar getirmektedir. Yok denecek kadar azolan kısıtlı malî olanaklar belediyenin elini kolunu bağlamıştır. Tek çözüm: Halkın kollektif aksiyonudur. Partili partisiz ve de insanların hangi partiden olduğu bir yana bırakılarak bu güç harekete geçirilir. Başarı diğer sorunlarda da aynı yolu izlemenin yolunu açar. ‘Madem bunu becerebildik, diğer sorunlarımızı da böyle çözeriz’ denilerek kollar sıvanır. İnternette birarama yapan, görecektir ki, eski MSP’li, AP’li insanlar bile o günleri hayr ile yad etmektedirler. [4]   
Özü itibariyle Paris Komünü’nünde olandan farklı mıdır, bu olan. Tarihten örnekler sıralamaya girişsek sayfalarca yazabiliriz.  (Mesela 1819 Diyarbakır Komünü[5] -evet hem de Paris Komünü’nden hemen hemen yarım yüzyıl once- merkezi devletin ceberrutluğuna karşı direnişin zorunlu kıldığı bir dayanışmayı ifade etse gerek.)  Ama ben günümüzden örnek vermeyi tercih edeceğim.     
Hapse düştüğümüzde yaptığımız ilk iş nedir? Komün kurmak.. Çok bilinçli “komünistler” olmanın ürünü mü bu? Pek öyle değil. Ama hayat yaptırtıyor. Tıpkı Fatsa’daki gibi. Ayakta kalabilmenin, direnebilmenin başka bir yolu yok. Böyle bir deneyi yaşayanlar bir düşünsünler. Sanırım, kurdukları komünlere varsa eğer etraflarınfaki hiç de “siyasî” olmayan tutuklu ya da mahkûmların da özendiklerini hatta katılmaya çalıştıklarını göreceklerdir.  
Sanırım ‘Devrim! Hemen şimdi!’ önermemizin hayattaki karşılığı belli olmuştur. Hayatın her alanında komünal yapılanmaları gerçekleştirmeye girişmek. Yani capitalist düzen içinde mi? Evet, kapitalist düzen içinde. Kapitalist düzene malûm bilinen yollar dışında başkaldırmayı “devrim” olarak görenlerin gözünde belki de reformist bir çıkış bu. Çok uzatmadan ve polemiğe girmeden soracağım: Asıl kapitalizmin özüne bu noktadan vurulmuş olmuyor mu? Fakat daha çok da, bu önermeye “ütopik’ diyenler, burdan yola çıkıp ‘ütopik sosyalizm” üzerine “söylev”e kalkışacaklara sözüm var. Kusura bakmayın ama, ben “ütopik sosyalizm” kavramının “real sosyalizm”le birlikte çürümüş olduğu kanısındayım. Üstelik bu deneyleri komünalist toplumların öncülü olarak görüyorum. O nedenle de “ütopik sosyalizm” kavramının yerine sezgisel komünalizm demeyi uygun buluyorum. Yapılmak istenini kurumlaştırmamış ve kuramsallaştıramamış olmaları onları “ütopik” kalıbının içine   sıkıştırmayı haklı kılmaz. Onlar, geleceğin toplumunun nasıl olması gerektiğine dair sezgisel bir yakalayış sergilemişlerdir ve bunda da insanlığın ortak hafızasından ve bilinçaltından hiç bir zaman silinmemiş komün gücünün ciddî bir payı olsa gerek. 
Dahası, sınıfsal devrimler çağında, “sosyal devrimler”[6]  olarak tanımlanan devrimler de (tam da Demir Küçükaydın’ın vurguladığı gibi ) komün gücü tarafından tetiklendiğinde ve tetiklenebildiği ölçüde başarılı olabilmişlerdir. Bundandır İngiltere’nin kara Avrupasına fark atması ve Japonya örneği.
TARİH, SINIFLAR SAVAŞININ TARİHİ DEĞİLDİR
Ya bugün? Sınıflı toplum düzenine KOMÜNlerle cevap vermektir.  Yani, hemen şimdi devrim.
Ya sınıflar savaşı?   
Tarihin sınıflar savaşı tarihi olduğunu söylemek Avrupa merkezli tarihin anlayışının ürünü olduğu kadar, Komün gücünü yok sayan bir yaklaşımın ürünüdür. Marxist-Leninist paradigma ile kopuşma önemli ölçüde bu yaklaşımla kopuşmaya, “sınıf” ve “sınıflar savaşını” putlaştırmaktan kurtulmaya bağlı. Önce, yazılı olan tarih gibi, yazılı olmayan tarih de vardır. Üstelik bu ikisi birbirinden öyle kesin ve keskin çizgilerle de ayrılamaz. Eğer tarihi sınıflar savaşı tarihi olarak görürsek, büyle kesin ve keskin bir cizgi cizme yanılgısına düşeceğimiz gibi, “komün gücü”nün ister yazılı ister yazısız olsun tarihin her döneminde oynadığı devindirici rolü inkâr etmeye varırız. Sınıflar savaşı olarak su yüzüne yansıyan görüntü bile aslında Komünal güçlerle sınıflı toplum güdücüleri arasında yürüyen bir savaştır. Bu öylesine bir savaştır ki, tarihte sosyalist devrim diye adlandırılan poltik devrimi gerçekleştirenlerin kendi aralarında yürütükleri kavgada bile kendini gösterir. Kronstadt devrimcileri komün gücü olarak tarihteki yerini alırken, Bolşevikler gelecekte kurulacak olan tiranlığın en bariz ipucunu sınıflı toplumun temsilcisi olarak karşı tarafta yer almak suretiyle gözler önüne sererler. “Fethedenlerin fethedilmeye” başlandığı dönüm noktasıdır bir bakıma Kronstadt. Bir başka çarpıcı örnek olarak Ukrayna anarşist hareketinin (Mahnovşçina) yokolması sonucunu verebilecek (vermemiştir ama) güney cephesinde Çarcı ordular karşısında Troçki’nin kızıl orduyu geri çekmesi askerî taktik bir dehanın ürünü olmaktan çok, sınıflı toplum güç ve güdücülerinin işbirliğine işaret ediyor olmasın? Tarihe sınıflar savaşı tarihi değil de, komün güçleri ile sınıflı toplum güdücülerinin savaşı olarak bakıldığında tarihi anlamak daha da mümkün olabiliyor. Tarihin maddeci yorumu bunu gerektirmiyor mu?[7]
Bu noktada, ezberlerimizi bozmaya çalışmak aranan kanı bulmayı sağlayacaktır. O nedenle Marxizmi yenilemek değil, Marxist-Leninist paradigma ile kopuşmak gerekiyor.  Daha sonra değineceğim üretici güçler teorisinin yorumlanışı da bizi aynı kapıya çıkaracak. Ve belki de ancak o zaman Demir Küçükaydın’ın   “Demir’den Kapılar”ı demirden kapılar olmaktan çıkacaktır.                               
 ‘KOPAR ZİNCİRLERİNİ GÜL-SARI’
Bütün bunlardan yola çıkarak, Demir Küçükaydın’ın ‘kayıp halka” dediği Komün’ün aslında hiç de “kayıp halka” olmadığını ama Marxist-Leninist yosunlarla kaplanmış olduğunu söylemek daha doğru olsa gerek. Sorunu, Marxist-Leninist paradigmadan kopamamakta aramak daha doğru olur. Ama bizzat Demir, kendisi o paradigma ile kopuşumadığı için bir kayıp halkanın peşinde koşuyor. Öyle ki, Komün Romantik Düşüncenin kayıp halkası oluyor. Sormadan edemiyorum. Robert Owen’ın yapmaya kalkıştıkları, yine o yıllarda benzeri denemeleri Amerika’da hayata geçirmeye çalışan kimi Avrupalı göçmenlerin çabaları  Romantik Düşünce’nin hayattaki karşılıkları değil mi? Robert Owen’la hemen hemen aynı yıllarda komünal hayat tarzını “Nasıl Yapmalı?” ile öyküleştirmeye çalışan Çernişevski’nin çabası o halkayı kaybetmek midir, yoksa gün yüzüne çıkarmak mıdır? Aslında kaybolan bir halka yok, Marxist-Leninistlerin öcüden korkar gibi korktukları bir gerçeklik vardır. Bu nedenledir ki, canhıraş kulaçlar da atsa (bütün samimiyetimle, buna çok da saygı duyduğumu belirteyim) Demir Küçükaydın, Marxist-Lenninist girdaptan çıkamıyor. Samimiyetime inandığını düşünerek, yanlış anlamıyacağı umuduyla ‘Kopar zincirlerini Gülsarı’ demek istiyorum, Demir’e.
Kendisinden uzunca bir alıntı yapmak o girdabı göstermek bakımından yararlı olacak.
“İlerlemeci bir tarih anlayışı bakımından, devrimci program, üretici güçlerin gelişimini engelleyen siyasi ve ekonomik ilişkilerin düzenlenmesiyle sınırlıydı. Bütün devrimci veya reformist partilerin programlarında bu ortak bir özellikti, ayrılık, programın neleri içereceği noktasında değil, taleplerin neler olacağı noktasındaydı. Bu yaklaşımda, bir siyasi ve ekonomik sistem sorgulanır, bir uygarlık değil. O uygarlığın değerleri sorgulanmaz. Eleştiri ve program ekonominin ve politik olanın (devletin) örgütlenmesine ilişkindir.
“Ama ilerlemeci olmayan, bir uçuruma gidişi durdurmaya yönelik bir devrim açısından ve böyle bir tarih anlayışından sırf böyle bir programla yetinilemez. Çünkü, eğer sorun “üretici güçlerin gelişiminin önündeki engelleri kaldırmak” olarak formüle edilirse; buna bağlı olarak ekonomik ve politik program ve talepler formüle edilirse, kötümser, felakete giden bir tarih ve tarih anlayışı açısından bu, uçuruma gidişi hızlandırmak anlamına gelir. Başka bir uygarlık tasavvuru; başka bir yola girişi içermelidir artık program; dolayısıyla sadece üretici güçlerin gelişiminin önündeki engelleri tasfiyeye yönelik bir ekonomik ve politik taleplerle sınırlı bir program kötümser; felakete giden bir tarih anlayışıyla bir arada bulunamaz.
“Yani tarih hakkındaki kavranış ile bir programın neleri içereceği sorunu arasında içsel; kopmaz bir ilişki bulunmaktadır.
“O halde, Marksistler sadece felakete gider bir tarih kavrayışına dayanmak;  tarihe ilişkin bir Kopernik Devrimi yapmak zorunda değildir;  program anlayışlarında da bir Kopernik Devrimi yapmalıdırlar. Artık ekonomiyi ve devleti düzenleyen bir program yetmez; başka bir uygarlık programlaştırılmak zorundadır.” [8]
Demir Küçükaydın, “Artık ekonomiyi ve devleti düzenleyen bir program yetmez” diyerek herşeyden once böyle bir program yapılmasından vazgeçmediğini dile getirmiş oluyor. Ama bu programı  “başka bir uygarlık programlama”nın parçası olarak görüyor. İşte tam da girdap dememin nedeni bu: önce, devletten, sonra da programlamaktan vazgeçmemesidir. Kim, neyi, nerede, hangi ölçekte (coğrafya anlamında) ve kimler için programlayacak?
Halbuki, sınıflı toplumlarda bütün sistemler insanlığın boynuna vurduğu kemendi devlet ile düğümlemişlerdir. Bu düğüm çözülmeden insanlığın özgürleşmesi mümkün olamaz.. Söylediklerimi pekiştirecek diğer örnekleri bulabilmek için  DemirKüçükaydın’dan yaptığım alıntının tamamına bir de bu açıdan bakılmasını öneririm. Uzatmak istemiyorum, ancak bir başka nokta daha var bu alıntıda dikkatimi çeken.
Şu cümlelere bir daha bakalım: “Ama ilerlemeci olmayan, bir uçuruma gidişi durdurmaya yönelik bir devrim açısından ve böyle bir tarih anlayışından sırf böyle bir programla yetinilemez. Çünkü, eğer sorun “üretici güçlerin gelişiminin önündeki engelleri kaldırmak” olarak formüle edilirse….”
Sorum şu: Hangi “üretici güçler”dir, sözü edilen? Yine daha önce sözünü ettiğim bir çalışmama döneceğim. Mayıs 1996’da ‘MÜNAFIKNÂME: Ye Yeni Fatsa’lar Ya Hiç’ başlıklı ÖDP ile ilgili yazıda şöyle demiştim:
“BAŞINIZA ÇALINSIN ‘TOPLUMSAL İLERLEME’
“Bu slogan, boşuna, yıllarca "komünist" partilerinin ana sloganı olmadı.  "..eski orijinal medeniyet bir RÖNESANS"a uğratılmıştı zaten, geriye ortak hedefe ulaşmak için "barış içinde birarada yarışmak" kalıyordu. 
“TOPLUMSAL İLERLEME'nin bedelini insanlık ödeyecekmiş, ne gam? Mesele bugünü kurtarmakta... Mesele tiranların saltanatını kurtarmakta. Hadi kapitalist tiranları anladık. Ya "sosyalizm"in tiranlarına ne demeli? Adına hareket ettiklerini söyledikleri işçi sınıfı nasıl gelişiyordu? Açıklayabilirler mi? Olayca, ilerleyen teknoloji daha geniş sayıda işçi kitlesini biraraya toplamak yerine, robotların da devreye girmesiyle, işçilerin işyerlerinde daha az sayıda ve görece daha dağınık çalışmalarını gündeme getirmiş değil mi? Bu açıdan, "ilerleme", kitapların söyledikleriini doğrulayıp, beylerimizin "ilerlemeyi" kutsaması imkânını ortadan kaldırmış olmadı mı? Varsın olsun. Onlar "kutsal kitapları" mızraklarının ucuna geçirip, "çağdaş Muaviye" olmaya devam edebilirlerdi. Öte yandan, ilerleme kavramına yüklenen anlamla, işçi sınıfını, kendiliğinden sınıf olmaktan çıkarıp, kendisi için sınıf olmaya taşıyan kaldıraç, sınıf bilinci köreltilmedi mi? Bu nasıl bir "ilerleme" idi ki, başımızda atom bombası olarak patlıyordu?! Sosyalizm için ilerleme, gelecek kuşaklara ölümü teknoloji tepsisinde sunmak yerine,  insanların insanca yaşayacağı bir düzeni bugünden gerçekleştirip, yarına miras bırakmak değil miydi? Batı Almanya'da Yeşil muhalefeti sözde destekleyip, Doğu Almanya'da aynı temeldeki muhalefeti ezmeye kalkan, Moskava'yı dünyanın en temiz ve yeşil kentlerinden biri yapıp, Orta Asya'da atom bombası patlatan ikiyüzlülükten ise farklısı beklenemezdi.   
“PANDORA'NIN KUTUSU
“Ama bütün bunlar bir olumluluğu da beraberinde getirmişti. İşçi sınıfı dışındaki yığınlar da her geçen gün artan bir hızla anti-kapitalist cepheye akıyorlardı. Çözüm üretmede yetersiz de kalsalar, YEŞİL MUHALEFET "Pandora'nın Kutusu"nu açıyordu. Bu hayatın dayatmasıydı. Tarihin materyalist yorumunun ortaya koyduğu yasa işliyordu. COĞRAFYA ÜRETİCİ GÜCÜ ile KAPİTALİST ÜRETİM İLİŞKİLERİ arasındaki çatışma öncellik almıştı. Kapitalizm ayakta kalabilmek için doğayı kendini bir daha yenileyemiyecek şekilde tahrib ediyordu ve bu, gelmiş geçmiş hiçbir sistemin insanlığa dayatmadığı bir sorun olarak ortaya çıkıyordu. Doğanın tahribi, sadece bir sınıfın değil külliyen bütün insanlığın sorunu olarak gündemin en tepesine oturuyordu. Sorun, sömürü sorunu olmanın da ötesine geçmiş, ölüm-kalım sorunu olmuştu. Bizlere düşen ise, putlara tapınmayı, -bu put işçi sınıfı da olsa farketmez- bir yana itip, tarihin materyalist yorumunun sunduğu yasalara -ki sosyalizme bilimsellik kazandıran bu yasalardır, yoksa Marx'ın ya da Engels'in şu ya da bu konuda her söylediği değil- eğilip, bunları günümüze uygulamak olsa gerek.”[9]
Kısacası mı? Üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmada öne çıkan, öncelik alan İnsan Üretici Gücü ile Kapitalist üretim ilişkileri değil, COĞRAFYA ÜRETİCİ GÜCÜ ile KAPİTALİST ÜRETİM İLİŞKİLERİdir.    
 Demek ki, “sorun “üretici güçlerin gelişiminin önündeki engelleri kaldırmak” olarak formüle edil”se bile –ki edilmelidir- hangi üretici güçler sorusunun cevabı cözümleyici olacaktır. Zaten bu formülden kurtulmanın yolunu “program anlayışlarında da bir Kopernik Devrimi”nde arayan Demir Küçükaydın, bunun somut karşılığını koyamaz. Döner dolaşır, “devletli” “programlı” tezler önümüze koyar. Bu da “Devrimci Marxizm”in ağızındaki “Dön dolaş yine bana gel” türküsü olur çıkar.
Ben de dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyorum: Sınıflı topluma karşı KOMÜN. Yapılması gereken devrimi torunlarımıza falan havale etmeksizin, sokataki çamurdan politikada ki çamura karşı bulabileceğimiz binbir çeşidi ile komünal örgütlenmeler gerçekleştirmek. Hem de bugünden. 
TAM DA ÜZERİNE BASTIN
İçinde bulunduğu girdaba rağmen kimi doğruları yazının yukardaki alıntıyı tâkip eden satırlarında yakalayan Demir Küçükaydın bir hamle daha yapıp çok tekerlenen bir önermeyi alaşağı edemiyor. Aslında etse, o doğrunun içinde de yer alan girdabı aşacak. Diyor ki:
“Başka bir uygarlığı programlaştırmak, aynı zamanda politika kavramının içeriğinin de değişmesi, dolayısıyla politika yapma tarzının da değişmesini gerektirir.
“Politika, kavramı bir bakıma, ilk doğuşundaki, sitedeki yurttaşların ortak yaşamı anlamını kazanır, yani bu günkü politikadan daha geniş bir alanı, yani bu günkü anlayışımızca politik olmayanı da kapsayan bir anlam kazanır. Ama bu artık bir sitenin yurttaşlarını değil; tüm insanlığı kapsamalıdır veya kapsayacaktır. Artık politik olmayan da politiktir.”[10]
Yazdıklarının özü doğru. Ama “politik olmayan(nın) da politik” olmasından söz etmek, aslında sınıflı toplumda insanlığa yutturulmuş bu ayrımı kabullenmektir. Bu ayrım sınıflı toplumda insanlığın gözüne atılmış bir avuç topraktır. Ve bu toprak, politikayı bir üstyapı kurumu olarak tanımlamayı getirmiştir. Bir kez politika üst yapı kurumu olarak tanımlanınca, o üstyapı kurumu içinde tepişmek politika sanılır ve haliyle egemen sınıflarını sunduğu minderde boğuşmaktan kurtulunamaz. Hâl böyle olunca, egemen sınıfların politika araçları ile (buna askercil örgütlenme de dahil) baş edecek, dişe diş göze göz misali yapılanmalara gidilir. O yapılanmalar iktidarı ele alınca da, “anlı şanlı Komünist Partileri”, Nasyonal Soayalistlere taş çıkarttıracak işler yapar. Tabiî, Sovyetler Birliği gezisinde gördüklerinden sonra, Panait İstrati de çıkar, haklı olarak, “ee kardeşim faşizmse istenen, aha orda aslı, size ne gerek var” deyiverir.[11] Sonuç nedir: Afaroz edilmek. Sosyalizmin anavatanına hakaret(!) edilmiştir zira.
Aslında burdan Kıvılcımlı’ya dönmek istiyorum. Uzun bir cümlenin zorluklarından ve karmaşasından sakınmak için madde madde yazayım. Bence;  
1)      İçinde kozalandığı Marxist-Leninist paradigmanın kuşatması,
2)      Bu paradigmanın sınırları içinde egemen sınıfların dayattığı zeminde “günlük “politika”nın girdabına dalmak ve buna daldıkça o paradıgmanın zincirlerinin daha da boğucu hale gelmesi (Bolşevik cizginin Sovyetlerde izlediği gelişim cizgisine olduğu kadar, Kıvılcımlı’nın günük politikaya ilişkin çözümlerine de bu nokta-i nazardan bakmak açıklayıcı olabilir)    
3)      Emperyalist saldırı ve onun karşısında “sosyalist anavatana” ve “proletarya devrimine”  sahip çıkmak;
4)      Bunların yarattığı maddî ve manevî ağırlıktan kurtulma şansını verecek,  Emma Goldman ve Alexander Berkman gibi olaylara anında ve yerinde tanıklık edememiş olmak,
Dr.Hikmet Kıvılcımlı’nın kendi tezini mantık sonuçlarına ulaştırmasının ve Komünalist anlayışa varmasının önündeki engellerdi.
Ayrıca sormadan da edemiyorum: Kıvılcımlı, Komün Gücü’nde Darwin’i anlatırken, kendisini de anlatmış olabilir mi? Diyor ki: “Darwin'in büyük yanılgısı kendi keşfinin gücü içindedir:Keşfine kendisini fazla kaptırmıştır. İnsan beyni böyledir: Seferber olduğu kanunlarla dolup taştıkça başka sentezlere açılması zorlaşır. Demek hayatı bir bütün olarak ele almak zenginliğini beyinde taşımak ve yaşatıp geliştirmek tek çaredir.”
Kıvılcımlı’nın bu sözlerini bu yukardaki maddelerle ve özellikle de ikinci ve dördüncü maddelerde söylediklerimle birlikte düşünmeye ne dersiniz? Belki bu, Kıvılcımlı’nın içine düştüğü ikilemi anlamamıza yardımcı olabilir. [12]
     


[1] Komün Gücü’nde, Kıvılcımlı Freud’la iligili olarak şunları yazar: “Her düşünür gibi komünün cazibesinden u-zak kalamazdı. Çünkü yaşanan modern toplum olsa da,modern toplumdaki her eleman da komünden çıkıp gelen elemanların başkalaşmış yeni biçim­leriydiler. Freud bunu sadece sezdi fakat hiçbir zaman bilincine ulaşamadı”
[2] Çernişevski’nin romanı nın asıl adı “Ne Yapmalı?”. Türkçe’ye çevrilirken Lenin’in ‘Ne yapmalı?”sı ile karışmasın diye “Nasıl Yapmalı?” olarak değiştirilmiş. Nedeni bu olsa da, aslında “cuk” oturmuş. Gerçekten de sorulması gereken soru, günümüzde bu: “Nasıl Yapmalı?”.      
[3] O gün tırnak içine aldığım ‘sosyalizm’ kavramını, o sosyalizmle kastedilen bir yapılanmanın hayatta karşılığı olduğunu düşündüğüm için artık tırnak içine almaktan vazgeçtim. Yazının aslına sadık kalabilmek için burada da tırnak içinde kullandım. O yazıdan 5 yıl kadar sonra vardığım noktada benim düşündüklerimin karşılığını Komünalizm kavramı ile dile getirmenin daha uygun olacağı sonucuna vardım. Bir hukuk çevirisi üzerinde çalışırken  “ümmetçi”  sözcüğünün karşılığını arıyordum. Bir sözlükte “ümmetçi =communalist” diye görünce “eureka” dedim önce. Daha sonra da internette  bir arama yapınca yıllardır ayakta uyuduğumu farkettim. Hazır yeri gelmişken, bu satırları okuyanları da “ümmetçi =communalist” karşılıkları üzerine düşünmeye çağırıyorum. (Beş vakit namaza başlayıp, hacca falan gitmeye niyetlenmiyorum, merak buyurulmasın!)  

[4] Fatsa’da olanları Dev-Yol hareketinin siyasî cizgisinin eseri olarak görmüyorum. Eğer orada olanlar Dev-Yol hareketinin siyasî çizgisinin ürünü olsaydı, kontrolü altına aldıkları başka yerlerde de benzer ypılanmalara gitmeye çalışırlardı. Fatsa hayatın dayatmasıyla ortaya çıkan spontone bir örnektir. Kaldı ki, eğer siyasî cizgilerinin eseri olsaydı, Dev-Yol’cular Fatsa deneyini teorileştirmeye; sosyalizm ve beraberinde ortaya çıkan sorunları bu zaviyeden değerlendirerek teorik bir atılıma girişirlerdi. Tek tek kişi bazında bazı çabalar var mıdır bilemiyorum ama politik bir hareket olarak böyle bir şey yapmadıkları ortada. Görünenleri  “kemalizm”lerini cilâlamakla meşgul. Onun için de kendilerine “Keloğlanın kellesi it bokundan güllesi” diyenlere kızmasınlar.         

[5] Ariel Salzmann, ‘”Tocqueville in the Ottoman Empire” adlı eserinde Cevdet Paşa Tarihi’nin Federasyon Ant’ını (“Charter of Federation”) aslına sadık kalarak (“faithfully”) aktardığını ve 1819 isyanına sayafalarca yer veriğini belirtir ve Diyarbakır Komünü’nü eski rejimin sonlarınde ortaya çıkan tamamlanamamış devrimlerden biri olarak tanımlar. (“The Diyarbakır Commune represented one of unfinished revolutions at the end of the old regime.”)     

[6] Bu noktada, Soyal Devrimler kategorisi 1) sanki Tarihsel Devrimlerin kaynağı komün gücünü dıştalarmış gibi toptancı bir anlayışa yol açtığı için, 2) Komünal devrimi sosyal devrimin ögesi olan sınıfsal altüslüklerle sınırlama tehlikesi içerdiği için; , yeni bir kategorisyona gitmenin daha doğru olacağını düşünüyorum. Tarihcil ve Sosyal Devrimler gibi iki kategori yerine 1) Tarihcil Devrimlerş 2) Sınıfsal Devrimler ve 3) Komünal Devrimler  üç kategoriye ayırmak daha açıklayıcı olacaktır.          
[7] Tarihsel maddecilik kavramını Marx Engels’in kullanmamasından ötürü değil ama bu kavramın anlatılmak isteneni verip  vermediğini düşünmek gerek. Maddeciliğin tarihselliği midir söz konusu olan yoksa tarihin maddeci yorumu mu? “Ama Dr.H. Kıvılcımlı kullanmış” diye itiraz edecek olursanız,  ben ne diyeyim? “Allah kurtarsın.” 
[9] Daha önce de belirtmiştim, hatırlatayım: O yazıyı yazdığım sırada henüz sosyalizm kavramını yerini komünalisme bırakmamıştı. Bir 5 yıl daha geçmesi gerekti.

[10] D.Küçükaydın: Tarihin, Marksizm’in ve Kıvılcımlı’nın Kayıp Halkası: Komün,  sayfa:6

[11] Aman yanlış anlaşılmaya. Amacımız Panait İstariti’yi aşaılama değil tam tersi.
[12] Aslında bu ikilemin bir benzerini KCK olayında da görebiliriz. Bir yanı doğru bir yanı eğri, hani insana ”altı kaval üstü Şişhane” dedirten bir olgu karşısındayız. Ve bu olgunun temelinde de Abdullah Öcalan’ın Kıvılcımlı’nınkine oldukça benzer bir ikilem yaşaması var. Konuyu dağıtmamak için yazının içine almadım. Belki, bir başka yazı konusu, ama yine de ufak bir dokunuş yaparak konuya bir de bu açıdan bakılması için bir kibrit çakmak istedim.         

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder