4 Ocak 2013 Cuma

YALÇIN YUSUFOĞLU'NUN SEMPOZYUMA SUNACAĞI "MARKS, BARBUSSE VE KIVILCIMLI" BAŞLIKLI YAZISI

Marks, Barbusse ve Kıvılcımlı


İki ay sonra14 Mart 2013 Karl Marks’ın 130. Ölüm yıldönümü. Üç ay önce11 Ekim 1971 ise Hikmet Kıvılcımlı’nın 41. ölüm yıldönümüydü. Birisi 1818, diğeri resmi kayıtlara göre 1902 doğumluydu.
Kıvılcımlı Marks’ın evrenselliğine seçkin bir kanıttı. Marks öldükten kırk yıl kadar sonra bir Şark ülkesinde genç bir tıbbiyeli, üstelik de tabip zabit namzedi büyük düşünürün düşüncelerini öğrenecek, benimseyecek ve yaşadığı toplumu değiştirme mücadelesinde yer alacak, yani bu amaçla örgütlenenlere katılacak, partisinin Kongresinde delege olacaktı.
Sonra 1925’te Takrir-i Sükûn’la gelen ve Kemalistlerin hâlâ “Devrim Mahkemeleri” olduğunu iddia ettikleri İstiklal Mahkemeleri’nden başlayarak hayatı hapishanelerde, sürgünlerde ya da değilse, daimi polis takibi ve tehdidi altında, yokluklar, sıkıntılar içinde geçecekti. Yıllarca tıp mesleğini icra edemediği için –çünkü “Komünist doktor”a hasta kolay kolay gelmeyeceğinden—ya muayenehane açmak için yeterli parası olmayacak, açsa da hasta bulamayacak, hastaneler ise tabii ki ona, hekimliğine kapalı tutulacaktı.
Daha da önemlisi, sayısız olanaksızlıklar, kaynaksızlıklar ve yasakçılıklar ülkesinde okumak, araştırmak, düşünceyi geliştirmek için çalışacak, çalışacak, ülkesinin yetiştirdiği Marksist teorisyen olarak eserler verecekti. Marks Londra’da dünyanın en büyük kütüphanesi, yüz binlerce kitaplık British Museum’a giderdi, Doktor Hikmet ise cezaevinde veya sürgünde değilse, Beyazıt Kütüphanesine. Evi uzunca bir süre Sultanahmet’teydi. Hem Babıâli’ye yakındı, hem de Beyazıt’a.
Sağlığında ya da ölümünden sonra 60’tan fazlası yayınlanmış, daha da fazlası Emniyet veya Adliye bodrumlarında rutubetten, küften heder olmuş ya da kendi deyimiyle “farelerin kemirici eleştirisine” bırakılmış ciddi çalışmalar yapacaktı.
Pek çoğumuzdan farklı olarak, cezaevi yıllarını dolu dolu değerlendirerek zamanını okumaya düşünmeye, yazmaya hasredecekti. 1929 İzmir Tevkifatında 4,5 yıllık hapis cezası yüzüne okunduğunda, “Bu kadar zaman bir kızıl profesör olmaya yeter” diyecekti.
Onun kuramsal çalışmalarına verilecek profesörlük unvanı da neymiş? Tıp doktoru Hikmet Kıvılcım (lı) yaptığı sosyoloji, tarih ve ekonomi çalışmalarıyla kaç profesörlüğü hak ediyordu? O zamanki akademik dille konuşursak, çalışmaları kim bilir kaç doktora tezi, kaç doçentlik travayı ederdi. Marks’ın Prof. titri var mıydı? Kim Marks’ınkileri herhangi bir profesörün çalışmalarıyla kıyaslayabilirdi? Kıvılcımlı için de aynı sözü söylemek akademik unvan sahiplerine haksızlık olmaz..
Yaşamının son günlerinde yazdığı bir mektupta söylediği gibi hayatı boyunca “kara toprağın kuru öküzü gibi” çalışıp durmuştu. Ne bir ikbal beklemişti, ne şan, şöhret, ne para. Tek gayesi sadece ve sadece toplumunun sosyalizme doğru ilerlemesine “düşüncede ve davranışta” katılmaktı.
Kara toprak onun kıymetini bilmiş miydi? Ne gezer? Belgrad’da ölmüş, Kozlu mezarlığında kendisine bir yer bulabilmişti, o kadar.
Devletin ona yaptıklarını bir yana koyalım. Devleti destekleyen toplumun ant-komünist şartlanmaları olmasaydı devlet o eza ve cefayı yapabilir miydi? Bir hapishane cezasından sonra sürgün gönderildiği Anadolu kentinde geniş adımlarıyla ana caddeden geçerken herkes “Komünist doktor” diye birbirine gösterirmiş. Komünist doktor. Yani vebalı.
Peki, komünist doktor komünistlerden –o zamanki kelimelerle söyleyeyim—muavenet ve müzaheret görmüş müydü? Ne gezer? 1960’ların başlarında ilk tanıdığım bazı Türkiyeli komünistlerin onun için“Deli Doktor” dediklerini duymuştum. Tıptaki ihtisasını bilmediğim için Psikiyatr olduğunu sanmıştım. Belki rastlamışsınızdır, ruh hekimlerine arkadaşları “deli doktoru” diye takılırlar. Sonra baktım ki, meğer “Deli Doktor” diyorlarmış. İşte, kitaplar yazarsanız, özgün fikirlere sahip olursanız, skolastik sosyalizm anlayışlarına göre “deli” sayılırdınız. O kişiler sizin yoldaşlarınız, cezaevi arkadaşlarınız olsalar dahi.
O yıllarda henüz yeni kuşaklar için kitapları basılmış değildi. Marksizm Bibliyoteği’nden de haberim yoktu, 1953’teki “Fetih Broşürü”nden de.
Sonra üst üste kitapları çıktı: 1965’te “Tarih, Devrim, Soyalizm”, “”Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi”, “İkinci Kuvayı Milliyeciliğimiz”, “İlkel Sosyalizmden Kapitalizme Geçiş: İngiltere” ve 1966’da” Marks’ın Özel Dünyası” yayınlandı.
Bu kitaplardan ilki Tarihsel Maddeciliğin Komintern didaktisyenleri tarafından “İlkel toplum, köleci toplum, feodal toplum, kapitalist toplum, sosyalist toplum” şeklinde şematikleştirilmiş kalıplarını kırıyor, sorunun Marks—Engels tarafından “ilkel toplumdan çıkışlar” şeklinde konulduğunu söylüyordu.
Başlangıçta hemen hepimiz Komintern’den Otto Kusinen’in ve Fransa’dan işçi üniversitesi hocası Politzer’in tasnifini kabul ettiysek de, hatta çoğumuz Kıvılcımlı’nın bu kitabından habersiz idiysek de, Marx’ın “kuzeyden gelen ilkel sosyalist Germen kavimleri” nin Roma İmparatorluğunu nasıl yıktığını anlattığını öğrendik, hatta Marksist olmayan DTCF profesörü Mustafa Akdağ’ın Kıvılcımlı’dan tamamen habersiz olarak Osmanlı tarihinde bu konuda benzer bulgulara ulaştığını okuduk. Ayrıca 1960’lı yılarda bir başka cenahta -kökenini Marks metinlerinden alan- Asya Tipi Üretim Tarzı tartışmaları yapılmaktaydı. Derken “Japonya’da feodalizm” konuşuldu. Kısacası yukarıda andığımız şematik tasnifin Marks ile Engels’in vülgarizasyonu olduğunu sonradan öğrenecektik.
Demek ki, bütün toplumların tarihsel evrimi illa ki Avrupa’yı esas alan şemadaki gibi değildi.
Kıvılcımlı’nın “Osmanlı Tarihinin Maddesi” adlı çalışması 1974’te yayınlandı, “Grundrisse”yi Birikim 1979’da bastı. Kısacası tarihsel süreç hakkında dar görüşlülükten çıkma imkânı doğdu.

Gelelim Kıvılcımlı’nın o yıllarda “Tarih, Devrim, Sosyalizm”i takiben yayınlanmış en önemli teorik çalışması olan“Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi”ne.
Kitap “Türkiye yarı sömürge, yarı feodal bir ülkedir, Türkiye’de kapitalizm gelişmemiştir, bir avuç komprador burjuvazi ve onunla ittifak halindeki feodalite iktidardadır, komprador burjuvaziyi defedersek, Milli Demokratik Devrim gerçekleşir, bunu da Kamalistlerle birlikte yapabiliriz, hatta onlar öncü olarak yolu açabilirler, devrimde öncülük pazarlık konusu değildir” türünden görüşlere (o görüşler Yön çevresini aşıp solun geniş kesimlerine yayılmadan önce) verilmiş açık seçik bir yanıttı. Ama bu kitaba aldıran az oldu ve Kemalist solculuk bir süre revaç buldu, hatta “Atatürkçülük” ile “Kemalistlik” ayrı kavramlar sayıldı, Atatürkçülük kötüydü, Kemalizm iyiydi. O ayırım da yetmedi, “Sağ Kemalistler”, “Sol Kemalistler” gibi tasnif ve tanımlamaları yapıldı.
Oysa Hikmet Kıvılcımlı 1960’larda hâlâ tapınılan putun daha Cumhuriyetin ilk yıllarında, tek parti istibdadı alında İş Bankasını kurarak nasıl da finans kapitali yeşertip, büyüttüğünü anlatmaktaydı. Gazi Paşa’nın emriyle İş Bankası’nı kuran Mahmud Celal Bey’in aynı Reisicumhur tarafından önce İktisat Vekilliği, sonra da Başvekillik makamına getirilmesini finans kapitalin palazlanıp, güçlenmesinin siyasi kanıtı olarak göstermekteydi.
Marksizm ile Kemalizmi iç içe sokan siyasetin kuramcıları ise “Türkiye 1938’de sosyalizme bugünkünden daha yakındı” diyerek işçi sınıfının 30 yıl içindeki gelişmesini önemsemiyorlardı, Oysa işçi hareketinin zorlamasıyla Türk-İş yönetiminin 31 Aralık 1961’deki İstanbul Saraçhanebaşı’nda düzenlediği miting sınıf tarihinin ilk büyük mitingiydi. Sonraki Kavel, Kozlu, Paşabahçe, Derby, Singer, Demir Döküm, EAS, Mutlu Akü, Sungurlar, Gamak, Haymak Alpagut grev ya da işgalleri ve nihayet 15-16 Haziran 1970 direnişi önemli işçi olaylarıydı. Bu eylemlerde sınıf Satılmış Tepe, Mehmet Çavdar, Mehmet Gıdak, Yaşar Yıldırım, Mustafa Bayram, Şerif Aygül, sınıf bilinçli işçi lideri ve Kıvılcımlı’nın öğrencisi Necmettin Giritlioğlu’nu polis-jandarma-MİT kurşununa kurban verdi.
Ama Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın görüşlerinin yaygınlık kazanmasında işçi hareketinin önemli rolü oldu.15-16 Haziran İşçi Direnişinin Solu sarstığı, çok kimseyi “devrimci ordu” düşlerinden uyandırdığı aynı yılın sonbaharında Kıvılcımlı’nın “Adana’nın 15-16 Haziranı” dediği işçi olaylarının meydana geldiği günlerde, Türkiye kapitalizmi ve işçi sınıfının “sınıf savaşı” üzerine vurgu yapmış Kıvılcımlı’ya tabii ki kulak verilecekti.
Öyle de oldu. Ancak bu ortamda “Türkiye’de Kapitalizmim Gelişimi”ndeki görüşler ve tespitler üst üste yayınladığı kitaplarla ve haftalık Sosyalist Gazetesindeki yazılarla pek çok sosyaliste ulaştı. Kanımca gecikerek ulaştı, ama ulaştı; “gecikme” onun sürece müdahale etmesine vakit kalmamış olmasındaydı, ayrıca sürece kişiyle ve yayınla değil, ancak örgütle müdahale edilebilirdi. Bizler gibi toplama kadrolarla da o parti kurulmazdı.
Kuşkusuz ki, “Türkiye’de Kapitalizmim Gelişimi” çalışmasını salt siyasi bir kitap olarak değerlendirmemek doğru olur. Lenin “Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi”ni yazmıştı, Kıvılcımlı da kendi toplumunda aynı konuyu işledi. Lenin’in kitabı verdiği bilgilerden, yaptığı tahlillerden öte, bir yöntem şaheseridir. Zaten Marksizmin düşünceye en önemli katkısının “metot” olduğunu, Lenin’in de aynı yolda yürüdüğünü hatırlayalım.

KARL MARKS'IN ÖZEL DÜNYASI

Kıvılcımlı 1966’da yeniden yazıp yayınladığı kitabın özetini 1935’te Marksizm Bibliyoteği’nden “Marks-Engels Hayatları” adıyla yayınlamış, ama elinde tek bir nüsha kalmamış, kitabın el yazmalarının da pek azı varmış. Bu nedenle, Marks-Engels’i çalışmaları açısından tek bir insan gördüğü ve yazarken adlarını tireyle birleştirdiği halde, 1966’da sadece Marks’ı yazabildiği, Engels’i ondan ayırdığı için özür diliyor. [Ama 60 kadar eserinin yayınlanmasında büyük emeği geçen Ahmet Kale Sosyal İnsan Yayınları Yönetmeniyken “Marks-Engels Hayatları”nı bulup broşür olarak basmış.]
Kitapta anlatılan Marks’ın bin bir güçlük ortasında, yoksulluk ve hastalıklarla boğuşarak, çocuklarının ölümlerine katlanarak olağanüstü bir azim ve iradeyle çalışmasıdır: Bu çalışmayı yapmış, onca mücadeleyi vermiş kişinin insan yönleridir.
Kıvılcımlı Marks hakkında bu kitapta yazdıklarını karihasından icad etmemiş ya da kulaktan dolma bilgilere başvurmamış, söylediklerini –bizzat Marks’ın yazdığı mektuplar dâhil-- tanıklıklara dayandırmıştır. Hem de o anıların, anlatıların, mektupların, konuşmaların hiç biri Türkçeye çevrilmemişken bize Marks’ı onların dilinden Türkçe’ye çevirerek tanıtmıştır.
Kıvılcımlı kitaptaki çabasını şu sözlerle özetliyordu: “Marks’ın doktrinini bir yana bırakıyoruz. Yalnız etten, kemikten yapılmış, herkes gibi fani Marks’ın kişiliği üzerine söylenenleri tanıtacağız. Ta ki, Marks’ın bir PUT değil, İNSAN olduğu anlaşılsın.”
Anlatılanlarda dikkati çeken belirgin noktalardan birisi Marks ailesinin katlandığı olağanüstü sıkıntılardı. Bilgin ve eylemci olan Marks gece gündüz çalışıyor, ama çalışmaları ona doğru dürüst bir gelir getirmiyordu. Mesela, Kugelman’a gönderdiği 28 Aralık 1862 tarihli mektupta –“Das Kapital” adını alacak-- yeni kitabının gecikme nedenlerini izah ederken”1861’de ABD’de iç savaş çıkınca, başlıca gelir kaynağı olan New York Tribune Gazetesi yazarlığından olduğunu, iş için Demiryollarına başvurduğunu, ama el yazısı iyi olmadığından kabul edilmediğini” anlatır.
Marks’ın biyografisini yazan yazarlardan Joseph Diner-Desner Londra yıllarında ailenin çektiği sıkıntıları anlatırken ev sahibinin kirayı alamayınca savurduğu tehditleri, kasaba, bakkala fırıncıya, pastacıya borçlar ödenemeyip, alacaklılar kapıya dayandığında, Bayan Marks’ın utancını, kocasının birkaç şilin ödünç bulabilmek için sokaklara fırlamasını, akşam yorgun argın, eli boş, midesi boş dönmesini anlattıktan sonra, “Londra’da Marks’ın üç çocuğu yoksulluğa kurban giderek öldüler” der.
Çocuklarından Franzizka göçtüğünde babası “defin parası bulamadığı için Fransız komşularına başvurduğunu” Engels’e yazar. Mektup 23 Nisan 1852 tarihini taşıyor, yani Marks 1862’de parasızdır, 1852’de de.
Uzatmamak için son bir örnekle konuyu geçelim: 3 Eylül 1852 tarihli mektubunda Engels’e “karım hasta, Jenny (büyük kızı) hasta, Lenchen’in (evin vefakâr emektarı Helen) sinir hummasını andıran ateşi var. Doktor çağıramıyorum, çağıramadım, çünkü vereceği ilaçları alacak param yok 8-10 günden beri aileyi ekmek ve patatesle besledim… gerekli makaleyi yazmadım.Çünkü gidip gazeteleri okuyacak bir meteliğim yok…En sonunda şu son sekiz on gündür, canımı en çok sıkan şeyi yaptım: İşçilerden birkaç peni ve şilin ödünç aldım; açlıktan ölmemek için bunu yapmam gerekti.”
Her hangi bir insan bu koşullarda ne kadar karamsar olur değil mi? Bırakınız o denli yoğun düşünce üretmeyi, her gün muntazaman British Museum’un kütüphanesine gidip kitaplara dalmayı, notlar almayı, depresif ruh halinden kurtulmadan, hiçbir şey yapamaz.
Fakat Jenny günlüklerinde bakın babası için ne yazmış: “En dehşet verici anlarda bile geleceğe beslediği güvençten ve neşesinden bir şey yitirmedi. Beni şen gördükçe ve çocukların aziz annelerini okşayışlarını görünce sevinçle doluyor.”
Ekonomik zorluklar konusunda Marks ile Kıvılcımlı arasında bir paralellik kurmak istemem, ama o kadar eserin ve pratik mücadelenim sahibi Doktor’un da çektiği sıkıntıları tahmin etmek güç olmasa gerek. Sosyalist Gazetesindeki çalışmalar sırasında evim onunkine bir otobüs durağı mesafede olduğundan matbaaya yazı getirip götürmek, gelen yazıları değerlendirmek, mektupları okumasını kolaylaştırmak için kendisiyle sık sık görüşüyorduk, iş-güç arasında konuşma fırsatımız oluyordu. O sırada hayattan göçmüş bulunan annesi Münire Hanım’ı ve teyzesini anarken iki kız kardeşin dikiş dikerek, örgü örerek, bazen idare lambasında çalışmak zorunda kalarak hapishanedeki oğullarına baktıklarını yıllarca sonra bile büyük bir minnet ve duyarlılıkla anardı.
Özellikle Vatan Partisi tevkifatında iki yaşlı kadının Sultanahmet Cezaevine, (mensuplarının çoğu işçi olan komünlerine) bakraç bakraç yemek getirdiğini, mönünün çoğu zaman mercimek çorbası, etsiz kuru fasulye ya da nohut ve lahana turşusu olduğunu söylemişti. Bu ve benzeri anılarını (şikâyet edasıyla değil, “biz neler çektik” tarzında hiç değil) anlatırdı. Her şey tabii ki, siyaset değildi, ama çekilen eziyetler, sıkıntılar siyasi mücadelenin bir parçasıydı.
“Karl Marks’ın Özel Dünyası” kitabında Kıvılcımlı’nın Marks için yazdığı karakter özellikleri bir devrimci de olmasını elzem gördüğü özelliklerdi: Açık sözlülük, dürüstlük, sevgi en başta geliyordu.
Marks’ın polemiklerini okuduğunuzda onu öfkeli bir insan sanırsınız, ama Doktor’un aktardığı alıntılar tam da tersini söylüyor.
İlginçtir, Hikmet Kıvılcımlı için de aynı saptamalar geçerli. Yazdıklarında eleştirdiği görüşlere ve sahiplerine karşı dili keskindi, ama kendisiyle konuştuğunuzda o kadar hoş sohbet, şen ve şakacı bir bilgeydi ki, üslubuna ve tarzına doyamazdınız. Gıyaben bahsedeceği kişiyi zemmedecekse bile, “Allah selamet vesin, bizim…” diye o kişinin ismini anarak başlardı.                     
Marks’ın kızlarının babalarına sordukları bazı sorulara verdiği yanıtlar Almanya-Lüksemburg sınırındaki Trier kasabasındaki müze - evinde durur. Bu yanıtlar arasında Marks’ın beğendiği söz (motto) “İnsanım, insana dair hiçbir şey bana yabancı değil” (homo sum humani nihil a me alienum puto) sözüdür.
Kıvılcımlı “Türkçenin Üreme Yolları” konusunda “ismin sonuna “cil” gelince sıfat olmasından hareketle cümleyi çevirirken “insancıl” sözcüğünü kullanmış, “insancıl olan hiçbir şey bana yabancı değildir” demiş. Ne var ki, “insancıl” hümanist anlamında anlaşılıyor, burada kastedilen ise “hümanist” değil, “insana dair olan olumlu-olumsuz her şey”dir.
1972 başlarında kabri yapılırken, eşi Emin Hanım Doktor’a atfen “Marks’ın mezar taşında bu söz yazılıymış, ben de öyle yazdıracağım” dedi, Marks’ın söylediği insancıl’ın başka insancıl olduğuna kani olmadı, kelime mezar taşına “insancıl” olarak yazıldı. Daha sonra Londra’da Highgate Mezarlığına gittiğimde Marks’ın mezar taşında öyle bir cümleye rastlamadım.
                                                                                 

İNKILAPÇI MÜNEVVER NEDİR? HANRI BARBUSSE

Henri Barbusse 1935’te öldüğünde Kıvılcımlı Marksizm Bibliyoteği’nden bu broşürü çıkarmıştı. Broşür aynı zamanda Barbusse üzerine yazı yazan bazı Türk aydınlarına yönelik bir polemikti de. Broşürün son baskısı “Sosyal İnsan Yayınlarınca “Devrimci Aydın Nedir? (Henri Barbusse) başlığıyla basılmış (İst., Mart 2011). Broşür bir devrimcinin nasıl olması gerektiğini betimler.
Kıvılcımlı’nın vurgulamalarına geçmeden önce Barbusse’ü tanıyalım.                              
Hanri Barbusse 1873 doğumlu bir edebiyatçıydı, önceleri sembolist bir şairdi (Pleureuses= Ağlayan Kadınlar), sonra neo-natüralist bir romancı oldu (l’Enfer=Cehennem).
Dünya Savaşı başlayınca gönüllü olarak orduya yazıldı, Fransız milliyetçisi olarak gittiği cephede nişanlar bile aldı, ama esas olarak savaşın dehşetini yaşadı ve 1916’da “Le Feu” (Ateş) adlı savaş romanını yayınladı.
Romanın alt başlığı askeri deyimle ”Journal d’une escouade” (Bir Takımın Güncesi” dir. Barbusse Fransız askerlerinin yaşadıklarını anlatırken aynı zamanda insanların nasıl kan döktüklerini de anlatır. Eser “Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” kadar tanınmış olmasa da, dünya edebiyatının savaş karşıtı seçkin romanlarından biridir. (Kitabın Türkçe’deki ilk basımını Zeki ve Sırrı Öztürk Kardeşlerin Öncü Yayınevi ‘nden yayınlanmışlardı (1970)).
Barbusse 1917de yaralanır ve malulen ordudan çıkarılır. Savaşın suçlusunun sadece politikacılar ve generaller değil, bütün toplum olduğunu düşünmektedir. Gerçekten de, savaş ilan edildiğinde cepheye giden askeri birlikler Paris’in ve büyük kentlerin bulvarlarında nasıl coşkuyla uğurlandıklarını gösteren haber filmlerini görüp de o toplumu kınamamak elde değil. Fakat zaman geçtikçe o caddeler anneleri, eşleri, kızları yardımıyla yürüyen sakatlarla, körlerle dolacaktır. “Dünyayı Sarsan On Gün” kitabını yazacak olan ABD’li gazeteci ve Lenin’in dostu John Reed’in savaş sırasındaki Paris notlarını okuduğumuzda, cephe gerisinin de ne kadar dehşet verici olduğunu görmekteyiz.
Barbusse sonra Komünist Partisine katılır. Zamanla dünya çapında bir barış aktivisti olur. 1935’te Moskova’da ölür, Fransa’da defnedilir.
Kıvılcımlı broşürüne şu sözlerle başlar:
“Barbüs’ün ölüsü önünde “Üç gün iki gece Devrimci Matem Marşı bir dakika bile susmadı.” Ve bütün çalışan Moskova –bizde ancak vurguncu fırıncılar önünde ekmek alınırken görülen—bir üşüşme ile ordu oldu, geçit yaptı.
Barbüs Fransızdı. Moskova Fransa değildi. Neden bu coşkun yas?
Barbüs’ün ölüsü ardında Kızıl bir bayrak ve başak ormanı içinde, komünistinden sosyalistine ve radikaline kadar yumruklarını havaya sıkmış” 300.000 Parisli insan ırmağı saatlerce taşa taşa aktı.
Barbüs komünist idi. Paris, henüz Komüna’yı boğan bir Emperyalist ocağıdır. Bugün Habeş katliamında, Mussolini faşizmine 1 milyar kredi açan gerici hükümetin merkezinde, bir Bolşevik uğruna, bu yüz binlerce insana Paris’i çiğneten nedir? Yeryüzünün beşte dördünü tutan emperyalist dünyasından hiçbir hükümet şefi, hiçbir devlet başkanı, ülke kralı veya Roma papası, Barbüs’ün ardından başsağlığı göndermedi. Fakat Çin kuli’sinden, Arjantin köylüsüne kadar yeryüzünün beşte birini dolduran milletler ve insan toplulukları içinde nerede bir yığın örgütü, dünyaya geldiyse, oradan sol Fransız gazetelerine, Barbüs’ün ününü yücelten ve insanlığın olgun bilincini bir alev bayrak gibi yükselten bereketli bir Hommaga (saygı) sağanağı, haftalarca süre ile bardaktan boşanırcasına yağdı.
Bu milletleri kim zorladı? Barbüs dünyayı bu kadar nasıl sardı?”
Kıvılcımlı sorusunu ilerleyen sayfalarında yanıtlıyor.
“Barbusse’ü “Cehennem”den kurtaran ve bizim Barbüs yapan şu üç şarttır:
1-Kitle ve hareket adamı olmak;
2-Teşkilat adamı olmak,
3-Enternasyonal adam olmak.”
Kıvılcımlı Barbusse’ün komünist harekete katılışından önceki dönemi onun “prehistoryası” (tarih öncesi) saymaktadır. Yazarın sözleriyle “bugünün ve yarının yazarına düşen görev”in birbiriyle çatışan iki ana eğilimi ayırt etmek ve “mevcut kurulu düzenin muhafazasını isteyenler ile o düzeni adalet ve genel çıkar yönünde değiştirmek isteyenler” arasındaki mücadelede tarafını seçmek” tir.
Barbusse 35 yaşında safını seçmiştir, Kıvılcımlı seçimini daha genç yaşta yapmıştır, ama birisi Fransa’da, diğeri Türkiye’de bir başkası mesela Hindistan’da, başka başka insanlar başka başka coğrafyalarda dünyayı değiştirme mücadelesine girişmişlerdir. Bir birlerini hiç tanımsalar da, bütün o insanlar dünyanın dört bir köşesinde vardırlar, büyük bir ailenin fertleridirler.
Kıvılcımlının da kendi kuşaklarına ve sonradan gelenlere Barbusse’ü örnek göstermesi bundandır.
***
Son bir ek yapmama izin veriniz. Kıvılcımlı 1970 Aralık sonlarında prostat ameliyatı olmuştu. Eve çıktıktan sonra ziyaret ettim. Yataktan kalkamayacak durumdaydı. Durumunu sorduğumda “Pazar akşamına kadar çok kötüydüm. Kendi kendime‘Demek, bizim de mücadelemiz buraya kadarmış' dedim" diye yanıt verdi. Hastanede günler boyu biyopsiyi görmek istemiş, oyalamışlar, vermemişler; geçirdiğinin sıradan bir prostat ameliyatı olmadığını anlamış.
Dikkatimi çeken ve hâlâ da bugünmüş gibi hatırladığım şey şuydu: Nasıl ki bir Müslüman aynı durumda “Demek ki, vademiz bu kadarmış” derdi, Doktor da aynı edayla “Demek ki, mücadelemiz buraya kadarmış” demişti.
Tüm hayatı toplumsal mücadeleyle geçmiş komünistlerin komünisti hocamız, kendisini ölüm döşeğinde zannederken bile yaşamdan ayrılacağını düşündüğü anda, mücadeleden de ayrı düşeceğini düşünüyordu.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder