30 Aralık 2012 Pazar

AYHAN BİLGE'NİN SEMPOZYUMA SUNACAĞI "SİYASETİN TOPLUMSALLAŞMASINDA DİNE YAKLAŞIM VE KIVILCIMLI DERSLERİ" BAŞLIKLI YAZISI

SİYASETİN TOPLUMSALLAŞMASINDA DİNE YAKLAŞIM VE KIVILCIMLI DERSLERİ
Toplumun siyasallaşması yada başka bir ifade ile siyasetin toplumsallaşması  son derece önemli ve güncel bir sorun olarak önümüzde durmaktadır. Kaba bir indirgemeci tarzla bu sorunu sadece siyasal yapıların dine yaklaşımı  üzerinden ele almak elbette yanıltıcı olur.
Kıvılcımlı’nın kendi ifadesi ile “meselemiz hiç de ikinci, üçüncü kategoride bir iş sayılmaz. Çünkü din konusu sadece toplumun çatısında tıkırdayan bir kültür meselesi değil, insan beyninde, düşünce mekanizmalarında işleyen, sitemleşmiş ve derin köklere sahip, kolayca sökülüp atılamayacak” niteliktedir.
Topluma Yabancılaşma ve Güven Sorunu
Geniş toplum kesimlerinin örgütlü muhalefet çalışmalarına yönelik mesafeli tutumunda iki önemli nedenden söz edebiliriz.  Bunlardan biri egemen güçlerin muhalif örgütlenmeler aleyhinde yürüttükleri sistematik propaganda, diğeri ise bizzat siyasal muhalefet aktörlerinin bu propagandaya fırsat veren yaklaşımlarıdır.
Varlığı inkar edilemez olan bu güven krizinin aşılmasında dine yaklaşım ve toplumla kurulacak iletişim dili oldukça etkili bir işlev görebilir. Yapmacık ve istimara varan bir tutum değil aksine doğal bir yaklaşıma ihtiyaç vardır.
Bunun yolu ise inanca yönelik baskıcı, aşağılayıcı, inkarcı, lakayt tutumlardan uzak durmaktan geçebilir. Aydınlanmacı, kaba pozitivist modernleşme politikalarının toplumda oluşturduğu tepki ve içe kapanmanın sorumlusu  esas itibarı ile sosyalist çevreler olmadığı halde utangaç bir tutumla suç ortağı gibi davranma eğilimini kabul etmek mümkün değildir.
Eyüp Konuşması  ve Vatan  Partisi
Komünizm propagandası ile birlikte laiklik karşıtı söylemler nedeni ile yargılanmak her aydına nasip olabilecek bir durum değildir. İki önemli tehdit dinamiğinin buluşabildiği bir söylem tarihi kamplaştırma politikalarını boşa çıkarabilir, muhalefetteki parçalanmayı ortadan kaldırabilir niteliktedir. Ezber bozucu bir söylem örneği olarak ele alınabilecek Eyüp konuşması , dinin sadece basit bir propaganda argümanı olarak görülmeyip aksine derin felsefi sorgulamalar ve tarih analizini de gözler önüne sermektedir.
Geri kalmanın nedenini inanç dünyası olarak gören söylemler bir yana, Müslüman olmanın gerekliliğini kendi argümanları ile ortaya koyma tercihi   dikkate değer bir tutumdur. İslam tarihi, Kuran, Peygamber hayatı ve sözleri üzerine kurulu güçlü ve tutarlı argümanlar kitle psikoloji üzerinde bugünde kuvvetli etki oluşturabilecek niteliktedir.
“Din toplumu toplumda dini etkiler” yaklaşımı içinde bulunduğumuz coğrafyanın ihtiyacı olan kültür devriminin temellerini oluşturabilecek bir anlayışı yansıtmaktadır. Ortadoğu’da yaşanan toplumsal hareketlilik dikkate alındığında, bu tarz cesur ve gerçekçi yaklaşımlar  kolaylaştırıcı bir misyon üstlenebilir. Dinin dogmatik yorumlarının insanlığı tehdit eden sonuçları ile inançlarla kavgalı  ekonomik-siyasal yeniden yapılanma çabaları arasına sıkışan halklar için yeni bir toplumsal muhalefet dilinin inşası hayati önem taşımaktadır ve etkin bir alternatif olma potansiyeline sahiptir.
Kıvılcımlı’nın Eyüp konuşması gibi eserlerinden de verilecek onlarca somut örnek olmakla birlikte sadece bir kaçını  hatırlatmakla yetineceğim. “İbadet, hak önünde konuşmak, halk içinde hakkı teslim etmektir” ifadesi, bir yandan inananları rencide etmeyen, onların hassasiyetini gözeten bir nezaketi diğer yandan son derece toplumsal devrimci tutumu bünyesinde barındırmaktadır.
“Hakim, Allah’tan başka kimsenin önünde boyun eğmez”
“Muhammed’in rejimi küçümsenip kınanamaz, daha sonra yaşanan geriye gidişten dolayı o suçlanamaz”  
“Din  Afyondur” Kaçışı
Tıpkı emek karşıtı ve sömürüye cevaz veren anlayışlarına Kuran’ı referans kılmaya çalışan dindarlar gibi  Marksistlerin dine karşı ilgisizliklerine Marks’ı kefil gösterme eğiliminden söz etmek abartılı bir kıyas olmayacaktır.
“Din Afyondur” cümlesini bağlamından koparıp her şeyi izah edebilecek  anahtar konumunda ele alan yorumlar  çarpıcı bir tablo ortaya çıkarmıştır.
Engels’in “dinin zaman dışılığı” konusunda Yeni Hegelciliğe itirazı, maddeciliğin devrimcilik, dinin ise gericiliği kaçınılmaz kılacağı algısını sorgulaması , yeniden tartışmaya açılmalıdır. 17. İngiltere’sinde hanedanlığa karşı dini bayraklaştırarak karşı duran Protestanlar gibi, Latin Amerika ülkelerindeki yakın dönem “kurtuluş teoloji” ,  Anadolu coğrafyasındaki Bedrettin hareketi gibi bir çok toplumsal olay yeniden ele alınmalıdır.
Kıvılcımlı’nın tarih analizleri bugün bile bir çok çevrenin inanç, kimlik, kültürel haklara yönelik talepler karşısında aldıkları tavırdan oldukça ilerde ve kuşatıcı niteliktedir. Dindar, Alevi hatta Kürt çevrelerin sorunlarına karşı tepeden bakan, elitist yaklaşımlardan korunmak ve içine düşülen yalnızlaşma ve dışlanmaya karşı durabilmek için Kıvılcımlı’yı yeniden okumak hepimiz için öğretici olacaktır.
Fetih ve Medeniyet,  Cennet Nedir ? Nerededir ?,  Allah-Peygamber-Kitap,  İslam’da Toprak Meselesi üzerine yazıları, sadece sosyalist çevrelerin değil, bir çok İslami çevrenin yaklaşımlarına ışık tutabilecek niteliktedir.
Engels’in ilk Hıristiyanlığı sosyalizme benzeten değerlendirmeleri, Lenin’in “ Ne Yapmalı”da ekonomizm eleştirisi yaparken parti görevleri arasında dinsel mezhepleri savunmayı da sıralaması, “Sosalizm ve din” başlıklı makalesinde papazların parti üyeliğine katılımına yönelik düşünceleri, Roza Luxemburg’un, Hıristiyan geleneğinin çıkış ilkeleri olarak gördüğü adalet, eşitlik, yoksulların kardeşliği gibi ilkeleri işçi hareketine, sosyalizme taşıma arayışları,  Türkiye sosyalist hareketinin toplumsallaşma çabalarında yol gösterici  olabilir.
Kıvılcımlı’nın, tarihsel materyalizmi ateistliğe indirgeyen yaklaşımlar yerine, “egemenlerin islamına karşı ezilenlerin islamını” savunması, “Anadolu Aleviliğini Halk İslamı” biçiminde yorumlaması, İran’da Ali Şeriati’nin, Sudan’da Mahmud Taha’nın söylemlerinden onlarca yıl öncesine dayanmaktadır.
Herkesi dindarlaştırarak kurtuluşu mümkün kılmak ile herkesi ateistleştirerek aydınlatmak arasında yöntem açısından çok fark olmadığını ifade etmeliyim.
Ayhan Bilgen-30 Aralık 2012


  
     

YALÇIN ÇAKMAK'IN SEMPOZYUMA SUNACAĞI "HİKMET KIVILCIMLI'NIN "OSMANLI TARİHİNİN MADDESİ"ADLI ESERİNİN DEĞERLENDİRMESİ" BAŞLIKLI YAZISI

Hikmet Kıvılcımlı’nın “Osmanlı Tarihinin Maddesi” Adlı Eserinin Değerlendirmesi


Giriş

Osmanlı tarihinin ardında yatan ve dokunanı cin çarpmışa çeviren ruh anlaşılmadan böyle bir tarihten bahsetmek mümkün değildir. Bundan ötürü, o tarihin ürünü olan günümüz Türkiye’sinin ekonomik, sosyolojik ve politik doğası üzerine yapılacak olan her ezbere, maddi herhangi bir anlam yüklemek de doğru değildir. Osmanlı tarihine dair solun takınmış bulunduğu üstenci, vurdumduymaz tavırdan rahatsız olan Kıvılcımlı, Osmanlı tarihinin bilinmeden Türkiye’ye dair herhangi bir açıklamanın getirilemeyeceğini belirterek, Türkiye Solunun bu konudaki eksiklerini (haklı olarak) eleştirmiştir. Bu ihtiyaçtan ötürü Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin ruhunu incelemeyi bir gereklilik olarak görmüştür.
Hikmet Kıvılcımlı’ ya göre Osmanlı tarihinin maddesi genellikle toprak ekonomisidir. Tüm antika medeniyetlerde olduğu gibi Osmanlı tarihinin de en son duruşmada belirlenişi, ekonomik tabanı üzerinde olmuştur.[1] Buna rağmen Kıvılcımlı, Osmanlı tarihine dair yapılacak bir çalışmayı ekonomik taban üzerinden izaha kalkışmışsa da olayın sosyal, politik, kültürel yanlarının da görmezden gelinmemesi gerektiğini belirtmiştir.
Ona göre, medeniyeti meydan getiren milletlerin ataları gibi, Türklerin ataları da ilkel-komünal toplumsal aşamadan geçmiştir. Fakat Türkler toprağa bağımlı olmayan savaşçı bir topluluk olduğu için fethettikleri yerlerin zenginliklerine (ama sadece buraların zenginlerinin ellerindekilerine)  el koyarak, onları bu toplumun yoksul kölelerine dağıtmış ve dağıtılan toprakları da tahrir ederek bu insanların tasarrufuna vermişlerdir. Tüm anlatılar aslında Kıvılcımlı tarafından verilmek istenilen bir mesajın tekrarından öte bir anlam taşımamaktadır: “Türkler de kendi koşullarının ürünü olacak sömürü-sömürülen ilişkisini yaşamışlardır.” Türklerin, İslam dinini kabul etmeleri ile birlikte sahip oldukları mülkiyet düşüncesi de pekiştirmiştir.
Kıvılcımlı haklı olarak, Osmanlı tarihini sadece bir müze tarihi olarak ele almamış, bu tarihin içinde, bulunduğumuz dönemin yaşantısı açısından gelenek ve göreneğin izlerini sürmüştür. Söz konusu tarihin güncelleşmesinin üç önemli gerekçesini de, “Bizans, İslam ve Osmanlı” yıkılışlarında aramıştır. Bu karakterleri ile her üç yıkılışın birbirleriyle ilişki-çelişkileri ve etki-tepkileri çok büyük olmuştur. Bu ilişkiselliğin anlaşılabilmesi de “Osmanlının batış felsefesi, Osmanlı-Bizans ve İslam bağlantısının anlaşılmasından geçer.

Medeniyetler Mirası Bir Devlet: Osmanlı

Kıvılcımlı Osmanlıyı ikisi de çöken, iki kadim orijinal medeniyetin (Roma ve İslam) yıkıntılarından doğmuş yepyeni bir sentez olarak değerlendirmiştir. İslâm’dan, onun en sağlam temelini, ilk "Hülefayi Raşidin" çağındaki Toprak düzenini ve derebeğleşmiş Doğu soysuzluklarını alırken; Bizans’tan, üstyapıdan ziyade biçimlerini almış ve Bizans temellerini aşındıran derebeğileşmiş toprak ekonomisinin özünü havaya uçurmuştur.[2]
Bizans imparatoru Konstantin’in “Roma ruhunu Bizans’ta yaşatmak için Roma’yı öldüren Hıristiyanlığı Roma İmparatorluğu kılığına sokup Bizans’ın emrine geçirmesi” hususu Kıvılcımlı açısından önemlidir. Ona göre bu taklidin aynısını, Bizans’a bakarak Osmanlı da yapacaktır.[3]
İbn-i Haldun’un “toplumların (devlet) doğuşu, yükselişi ve çöküşü” yönündeki nazariyesi, Kıvılcımlı tarafından Bizans’a da uygulanmıştır. Buradaki en önemli nüans, Bizans’ın hem barbar kökenli imparatorlar ile parlak dönemler yaşaması, hem de bu barbarlardan gelen zararlar ile yıkıma uğramasıdır. Kıvılcımlı bu durumu, “bütün o yüzyıllarda belki Bizans barbarlarla oynuyorum sandı. Gerçekte, barbarlık Bizans'ı el topu yapmıştı” şeklinde izah etmiştir.[4] Bizans’a yönelen barbar akınları onu yıkmakla kalmayıp, aynı zamanda bir takım tesirlerde de bulunmuştur. Böylece Bizans Kıvılcımlı’nın tabiriyle “imparatorculuk oynamak isteyenlerin kumarı için bir sembol” olmuştur.[5]
Barbarları Bizans’a karşı kışkırtan kilise bu güçsüzlükten yararlanarak topraklarını güçlendirirken, merkezi gücü zayıflayan birçok Bizans tekfuru da konum ve statüleri için Osmanlı ile işbirliği yapmıştır. Latinlere de duyulan bu düşmanlık neticesinde de Rumlar Bizans kapılarını Osmanlı’ya açmıştır. Meydana gelen bu işbirliği Kıvılcımlı’nın “tefeci-bezirgân sermayenin, vatan, din ve iman gibi her şeyinin vurgun olduğu” görüşüne tekabül eder. İstanbul’u ele geçiren Fatih Sultan Mehmet bu çelişkileri görerek “Bizans’a çuvaldızı sokmadan önce, Osmanlı’ ya iğneyi batırmış ve tefeci-bezirgân toprak ağalığının kökünü kazımıştır.[6]
Derebeğleşme ile çürümüş bir tahtaya benzeyen Bizans ekonomisini Osmanlı’nın benimsemesi beklenemezse de, Bizans’ın mirasına konularak ona halef olunmuştur. Bu noktada Osmanlıyı hala barbar geleneklere sahip bir topluluk olarak değerlendiren Kıvılcımlı’ nın böyle bir topluluğu imparatorluğa nasıl çevireceği de merak konusudur. Tüm alanlarda olduğu gibi Kıvılcımlı’ nın Marks’ a şapka çıkarırcasına dile getirdiği açıklama açıktır: Mirasına konulan Bizans İmparatorluğunun üstyapı biçimlerinden!
Bizans mirası üzerinden yükselerek İstanbul’u ele geçiren Osmanlı, kozmopolit bir medeniyetler mirasını da elinde bulunduruyordu. Bu mirasa sahip yığınların kontrolünü sağlamak için Osmanlının yapması gereken merkezileşmek ve buna paralel kanunlar tertiplemektir. Kıvılcımlı’ da bunun adı “kanun devridir”. Osmanlının, Bizans’tan hazır işlenmiş olarak aldığı bu mirasta, imparatorun sıfatı ve unvanları başta olmak üzere, saray, devlet, din ve ordu-taşra teşkilatı işleyişleri vardır.
Fatih döneminde Bizans uygulamaları devam ettirilerek benzer girişimler sürdürülmüştür. Bizans’a öykünülen bu durum, Fatih’in kanunları yazılı ve derli tutmaktan çok, Bizans biçimine sokma amacında da görülür. Meydana getirdiği kanunlarda eski Türk barbar gelenek ve göreneklerinden kalma ne varsa silip atan Fatih’in amacı, kendisi nezdinde padişahlık kurumunu insanüstüleştirerek devletin bekasını sağlamaktır. Gerçekleştirilen bu uygulamalar ile Fatih kendisini eski kandaş topluluklarda görülen, toplum içi ilişkilerden soyutlayarak hiyerarşik bir ilişkiler ağının içine sokmuştur. Kıvılcımlı bunu, Bizanslaşmanın diğer biçimi olarak değerlendirmiştir.

Osmanlının Kuruluş Sürecinde Devlet Algısı

Kıvılcımlı Osmanlının kuruluş sürecini, devleti idealize eden kapitalist dönemin aksine, keskin sınırlara sahip olmayan ve maskeleme tecridi gütmeyen bir dönem olarak değerlendirmiştir. Osmanlıda sosyal sınıflar devleti meydana getirdiğinden dolayı devlet başkanı olarak padişahın görevi bu sosyal sınıfları korumaktır. Her şeye rağmen kadir-i mutlak görülen padişah, hareket ve fütuhat dinamizmini yitirdiği an bu sosyal sınıfların elinde bir “haşmetlü” oyuncağına döner. Padişahın sahip olduğu güç temsil ettiği devlet örgütüne, devlet örgütü de “içinden çıktığı Sosyal Sınıf ilişki ve çelişkilerine bağlıdır. Sanıldığı gibi ‘gökten inmiş’ bir güç değildir.”[7] Padişah otoritesini yaratan güç onun kişisel otoritesi değil, içinde bulunduğu devlet örgütünün karakteridir. Bu karakteri belirleyen nihai iki şey de “ tarih ve toplum” dur. Bu tarih ve toplum determinizminin gelişimi de kendine has bir Osmanlı örgütü meydana getirmiştir.
Başlangıcında ilkel barbarlığın tesiri ile eşitlikçi bir yapı barındıran Osmanlı, üretim ve toplumun gelişmesi ile farklı toplumsal sınıflara bölünmüştür. Bu bölünme devletin tepesi ile tabanı arasında bir uçurum meydana getirdiği gibi, üretici tabana da sirayet etmiştir. Böylece, çiftçilik ile esnaflığın farklılaşması neticesinde aracı olan sermayecilere de gün doğmuştur.
Osmanlıların kuruluşundan itibaren eski yaşam alışkanlıklarını terk ederek toprak üretimine girişmeleri, sosyal sınıflaşmalar ve bu sosyal üst yapının üstünde politik örgütlenmeleri meydana getirmiştir. Bu politik biçimlenmenin adı “devlettir.” Böylece Osmanlının başlangıcında, ilmiye ve seyfiyenin öncülleri olan erenler ve gazilere ek iki iş daha çıkmıştır ki bunlar; Osmanlı yönetim kademesinde yer alan dört temel sınıftan olan mülkiye ve kalemiyedir.
Medeniyeti geçici iki kategori altında değerlendiren Kıvılcımlı’ya göre birincisi “kentten” diğeri de “çadırdan” geçerek meydan gelir. Osmanlı mevzu bahis olduğunda ikinci kategori (çadırdan) geçerlidir. Buna göre, Kayı Boyu’ nun ilkel olan kan örgütü tarımla beliren sınıf ayrışmalarına uğramaksızın direk olarak devlet örgütü şeklini almıştır. Bu durum diğer kent aşamasını yaşamadan olduğu için tehlikeli bir muhteva barındırmıştır. Fakat Osmanlı, bu tehlikeli yoldan ilerlemiştir. “Ama KAN örgütünden dolaysızca DEVLET örgütüne geçiş, ister istemez, iki tarafın (hem Kan'ın, hem Devlet'in) sonsuz karşılıklı etki-tepkileri altında yapıldı. Kan örgütü Devlet örgütü üzerine epey damgalar vurdu. Kan eriyip Devletleşirken, Devletin karakterinde türlü Kan bağı kalıntıları bıraktı.”[8]
Devletin doğuş sürecinde çeşitli kategorileri dile getiren Kıvılcımlı’nın burada zikredilmesi gereken en önemlisi düşüncesi “ordulaşma” dır. Klasik sınıflı toplumlarda devletin bir parçası olan ordu devletleşmeden ayrı düşünülemezken, bu kuralı Osmanlı realitesi için istisnai olarak düşünmek mümkün müdür? Kıvılcımlı’ nın bu soruya yanıtı evettir. Kıvılcımlı’ nın yaşadığı dönemde bile Türkiye’de ordu, devlet içinde devlet gibi, devletten bağımsız bir varlık gibidir ki bu Osmanlıdan günümüze değin sürüp gelen en orijinal özelliklerden biridir.
Başlangıçta kendi içinde eşitlikçi bir görünüm sergileyen Orta Asya’nın Kamlı toplumu (sonrasında Osmanlı) çöken İslam medeniyetinin içine girerek bu özelliğini yitirmiştir. Denilebilir ki bu bozulma barbarları yavaş yavaş yutan sosyal sınıflı medeniyet etki ve tepkilerinin sonucudur. Bunlara rağmen Osmanlı yine de eşitlikçi barbar öncüllerinin varlığını (Oğuz töresi),  medeniyet dairesi içine dâhil olduktan sonra da sürdürmüştür. Binaenaleyh, Osman Bey’in kendi boyu içerisinde seçim ile seçilmesi yine bu barbar-eşit kandaşların hür oyuna dayanarak yapılan bir seçimle olmuştur. Herkesin silahlı olduğu ve silah sahibi olmanın getirdiği eşitlik ile ceza gücünü tekelinde bulunduran devletin yokluğu, bu anlamda önemlidir. Devlet olgusunun henüz görülmediği Osmanlının kuruluş öncesinde tören ve şölen gibi Türk ananesinden kalma ortaklaşa etkinliklerine (bir nevi Türk komünyonu) namaz ve oruç gibi Müslümanlık ritüellerinin yanı sıra cami, cuma namazı ve mescit de eklenmiştir. Bunların yanı sıra at sırtında din uğruna gaza yapan gazilerin dünyaya dirlik getirme ülküsünün dışında bir amaçları olmadığı için devletin oluşumu da ileri bir aşamaya kalmıştır. Bu durumun varlığı Kayı Boyu içerisinde sosyal sınıf ayrımı yaratmadığı için devletin somut olarak oluşmasını gerektiren koşulları da geciktirmiştir. İlk Osmanlı topluluğu için devlet adı verilecek bir oluşumdan bahsedilecekse eğer, Kıvılcımlı’ ya göre bu “at sırtında devlet” ile onun yansıması olan “at sırtında saray” dır.[9]

Osmanlı Devletinin Doğuşuna Doğru

Gerek Bizans’ın kendi içindeki sorunlar ve adem- i merkeziyetçi kuvvetlerin çıkar hesapları, gerekse de Müslümanlar başta olmak üzere İlhanlı boyunduruğunun altında ezilen Anadolu halkının durumu, Osmanlının tarih sahnesine çıkışında etkin bir rol oynamıştır. Osmanlının parçalara ayrılmış bu Anadolu coğrafyasında ön plana çıkmasında belirleyici olan etken silahlı-askeri örgütlü bir toplum olmasından kaynaklanmaktadır. Kıvılcımlı “Osmanlı toplumu mu seyfiyeden, seyfiye mi Osmanlı topluluğundan çıktı” tartışmasıyla, bu karşılıklı ilişkiye işaret etmiştir. Kayı Boy’u kendi göçebe yapısı ile tepeden tırnağa bütünü silahlı ve aksiyoncu bir bütünlük oluşturmuştur. Bundan ötürü Osmanlıların bir “ordu-ulus” olduğunu ileri sürmek, modern terminolojiye uymasa da, o dönem açısından bir benzerlik taşımaktadır. Bu “ordu-ulus” gücünü en örgütlü ve bilinçli şekilde temsil eden, Osmanlının kuruluşunda yer alan dört taife olmuştur: Gaziyan-ı Rum, Abdalan-ı Rum, Bacıyan-ı Rum ve Ahiyan-ı Rum.
Anadolu Selçukluları’ nın çöküşü ile meydana gelen istikrarsızlık durumunu siyasal ve askeri bir manevra ile kendi lehine çevirmek isteyenler için, kendi sorunları ile uğraşan Bizans’ın durumu önemli bir olaydır. Tam da bu noktada bir uç beyliği olan Osmanlıların Bizans’a karşı gerçekleştirdiği gaza hareketi dini, siyasi ve toprak genişlemesi açısından bir dizi olumlu gelişmeyi de beraberinde getirmiştir.
Bizans’ a karşı girişilen fütuhat hareketleri ile topraklarını genişleten Osmanlının bu toprakların idaresini eski Oğuz töre ve kan örgütü ile kontrol etmesi söz konusu olamazdı. Nihayetinde, fütuhattan orduya devrilen bu dönüşüm noktasını Kıvılcımlı, devletin doğuşu ile noktalayacaktır. Ordunun doğuşuyla da toplum ve toprak ekonomisinin gelişimi devletleşmeye doğru evrilmiştir. Belli bir süre sonra ordu içinde de bir takım ayrışmalar meydana gelecek ve Türk nüfusun tasfiyesi görülecektir.
Kıvılcımlı, sıklıkla başvurduğu İbn-i Haldun’ un görüşlerini geri planda Osmanlı örneği üzerinden doğrulama yoluna gitmiştir. Haldun’un Mukaddime’de dile getirdiği gibi, barbar bedevi Arapların kendi aralarındaki “eşitler arası” mücadele, iktidarı ele geçiren kişinin kendi kandaşlarının gücünü tavsiye etmek için farklı milletlerden, kendine bağlı elamanları devşirmesiyle sürdürülmüştür. Zira bu gruplar “toplumsal dayanışmayı ve fedakârlığı teşvik eden özden yoksundur.”[10] Kıvılcımlı da, Osmanlının farklı milletlerden devşirilenler ile bunların ordunun belirleyici gücü haline getirilmelerini, “eşitler ilişkisinin” tersine çevrilmiş hali olarak sunup, Haldun’un bu görüşünden yararlanmıştır.
1300–1402 yılları arasındaki zaman dilimi içerisinde sınıflı topluma geçmeye çalışan Osmanlının içinde hala değişime direnen kesimler olmuştur. Yıldırım Beyazıd’ın değişimi dayatması, tarihi bir aktörün sahneye çıkması ile bir kırılma yaratmıştır. Bu aktör birinci Osmanlı dönemini kapatan Timur’dur. Kıvılcımlı’ ya göre, Timur’un Osmanlıya karşı başarı elde etmesinin en önemli nedeni, barbar toplumunun medeniyet sınıflaşması zehri ile soysuzlaşmamasıdır.[11] Bu da tıpkı Osmanlının başlangıçta sahip olduğu o “barbar ruh” gibidir.
Osmanlı açısından durum böyleyken, Kıvılcımlı yeni bir tez daha ileri sürerek, bir sonraki Osmanlı doğuşunun temel taşlarını da döşeyecektir. Barbar akınlarının (Moğolların) eskimiş medeniyeti yıkarken iki çelişki içinde gelişim sağladığını dile getiren Kıvılcımlı’ya göre, ilki yıktıkları medeniyetin ekonomi pusulası olan bezirgânlıkta yeni yollar ve ufuklar açmalarıyken; ikincisi de, o zamana dek ayakta kalabilmiş “barbarlık” adlı ilkel sosyalizmin son kalıntılarını biraz daha temizlemeleri olmuştur.[12] Burada acaba Kıvılcımlı, Osmanlı lehine yoracağı bundan sonraki süreci, neden yıllar öncesinin Osmanlısı karşısında duran Bizans lehine de işletmemiştir? Bunun cevabı da sanırız, materyalizmin evrensel yasalarından ziyade Kıvılcımlı’ nın Osmanlıya has geliştirdiği “materyalizminde” saklıdır!
Osmanlı egemen sınıfları yeniden bir başlangıç yapma yolunun, hem Osmanlılığı yeniden diriltmekte hem de onu kan davası düzeninden koparıp, rasyonelleştirmekten geçtiğini düşünmüş olmalıdır. Fetret dönemindeki kargaşa, otorite olmanın yollarını arayan “kan şeflerinin” birbirlerini temizlemesi ile siyasi rakiplerin sayısının azalmasına neden olmuştur. Kıvılcımlı’ nın tabiri ile Timur böyle bir durumun oluşmasına vesile olduğu için “istemeyerek de olsa Osmanlıyı kirli kandan temizlemiştir.” Durum böyle olunca yeni bir soruyu dillendirmek de adeta kaçınılmazdır: Boşalan yere kim gelecek? Çelebi Mehmet ile başlayıp, II. Murat ile devam eden Osmanlı devletleşmesinin ikinci asıl noktası Fatih dönemidir. Öncekilerinin başarıları inkâr edilemese de asıl devletleşme Fatih ile başlamıştır diyebiliriz. Böylece, Çandarlı Halil Paşa ile Fatih arasındaki ilişki ve Çandarlı’ nın öldürülmesi ile noktalanan bu süreç, merkezileşmenin ilk işaret fişeği de olmuştur.

Osmanlı Memleketi

Kıvılcımlı’ ya göre, Osmanlı Devleti’ni ele almak, Osmanlı Memleketini de ele almaktır.[13] Bu devletin en tipik yanı, politika ve ekonomisinin birbirinden kopmaz bağlara sahip olmasıdır. Devlet, toprak ekonomisi temeli üzerinden gelişmiştir. Toplumun temel üretim şartı olan tarımın üzerinde gerçekleştiği toprağın temel mülkiyet ilişkisi “kamu”dur. Kamunun en yüce düzenleyicisi olarak da karşımıza devlet çıkar. “Onun için, genel olarak Osmanlı Devleti'nin, özel olarak Osmanlı İmparatorluğu'nun şeması yapıldı mı, ister istemez, Memleket'ten ayrı bir Devlet ne konulabilir, ne düşünülebilir.”[14] Ancak, memleketi söz yerindeyse kuran ve sonra da hemen bütün ülke toprakları üzerine oturan Devlet anlaşılmadıkça, Memleket'te olanlar kavranılamaz.[15] Bütünlüğü ve merkeziyeti temsil eden padişahın bir değil iki devleti vardır ki, bunlardan biri payitahtın simgelediği “merkez devleti”, diğeriyse “memleketi” simgeleyen “taşra devleti”dir. Memleket payitahtın sıkı kontrolü altında olmakla birlikte, her biri kendi içlerinde geliri doğrudan toprak ekonomisi üzerinden toplanarak meydana getirilen parçalardan oluşmuştur.
Payitaht ile memleket arasında sürekli var olan ve karıştırılmamaya özen gösterilen özel bir önemin olduğu görülür ki, bunun bir takım kurallarla sınırı çizilmiştir. Aynı zamanda payitaht organları adı verilen ve padişahın kontrolü altında memleketin idaresini yürüten çeşitli organlar mevcuttur. Payitaht ile memleket arasında görülen farklılık burada görevlerini icra eden yetkililere uygulanan ayrımda dahi görülebilir. Buna göre, merkezi devletin yöneticileri payitahtta otururken, memleket olarak nitelendirilen taşranın yöneticileri (beylerbeyi, sancak beyi, kadı gibi) memlekette otururlar. Osmanlılar arasındaki bu farklılık aynı zamanda en genel anlamıyla antika devletin bir ifade tarzında daha ifade bulur. Bu da, devletin toplum üstü ve insanüstü karakterini herkesin gözüne batırmaktan çekinmeden kurduğu hiyerarşiyi kullandığı bir dizi lakap ile ifade etmesidir. Padişahların ilmiye, seyfiye, mülkiye ve kalemiye gibi guruplarda yer alanların her birine hitap ederken kullandıkları lakapların varlığı, bu durumun tipik birer örneğidir. [16]
Tüm bu değerlendirmeler göstermektedir ki Osmanlı için payitaht (saray ve divanlar) dışında kalan her şey “memleket” olarak nitelendirilmektedir. Bu memleket anlayışı, devletin taşradaki politik örgütü ve taşra toprağını meydana getiren ekonomik örgütten oluşur. Taşradaki devlet yapılanması, doğrudan doğruya taşra toprağının üretim ilişkilerine göre ikiye ayrılır.  Birincisi “arazi’i memlüke” denilen kişi mülkü topraklarken, diğeri “ arazi’i miriye” adı verilen kamu mülkü topraklardır. Osmanlı açısından kamu mülkiyetinin kutsallığına olan inançtan dolayı miri topraklara önemli bir yer verilmiştir. “Osmanlı Türk-Müslüman, Tefeci-Bezirgân sermaye sızmasıyla bozulmadığı sürece, "Memlûke" topraklara hep dudak büken bir kuşku ile” bakmıştır.[17]

Devletin Yapısı, Toprak ve Dirlik Düzeni

Kıvılcımlı Osmanlı Devleti'nin yapısını, Antika kent medeniyetlerinin yapısından kurulu zincirin son halkası olarak değerlendirmiştir. Bu yapı Bizans tezi ile İslâm antitezinin rönesansından doğmuş bir sentezdir.[18] Osmanlı, Doğu-İslam feodalitesine yapılan barbar aşılarından meydana gelmiş göçebe bir beylik olduğu için, başlangıçta yeni bir kent yapısı oluşturacak koşullara sahip olmamıştır. Bundan dolayı Greko-Romen ve Arap ağırlıklı İslam medeniyetinin kent yapılanmasını örnek alarak bu gelenekleri sürdürmüştür.
Hikmet Kıvılcımlı’ da dikkatimizi çeken bir diğer husus da devlet yapısını iki ayrım üzerinden sınıflandırmasıdır. Bunlardan ilki padişah, saray ve divan şeklinde kendini gösterirken diğeri de devletin öteki sınıfları olarak ifade bulmuştur. Osmanlı Devleti’nin kendine has tarihsel yapısı, bizleri devleti padişahın merkezde olduğu, hatta XIV. Louis’in ifade ettiği gibi “devlet benim” dedirten analojiye götürmektedir. Bunun yanı sıra padişahın çevresi -dünya mezarı sınıflaşma anıtkabiri olan saray- Osmanlının kardeş kavgası neticesinde kurulmuştur. Sarayın varlığı sosyal sınıflar arasındaki ayrımın göstergesi olduğu için, bu “hazır mezarın bayat ölüsü” insan da, yaşayan devletin canlı başkanı olan kişi, yani padişah olmuştur.[19]
Osmanlıda, Fatih devrine kadar oturmuş bir saray algısı yoktur. Saray, padişahın kişiliğinde somutlaşan ve bir nevi onu insanüstüleştirerek egemen sosyal sınıfların çıkarlarına uygun, sürekli üretme amacı taşıyan bir araç olarak kendi içerisinde bir takım hiyerarşilere sahip olmuştur. Tüm bu hiyerarşik ayrılıklara rağmen padişah devletin iradi anlamda somutlaştığı kişi olarak karşımızda durmaktadır. Böylece memleket adı verilen mülk alanının idaresi de icra edilmiş ve devlet olan padişahın fermanları da kanun hüviyetine kavuşmuştur. Devlet adı verilen bu örgütçül ilişki ağında işleyiş alttan gelen “arz” ve yukarıdan verilen “buyruklar” ile olur. Fatih devrinden itibaren oluşturulan kanunlar ile devletin sıkı bir takım organizasyonları tertiplediğini görmek mümkündür. Fatih tüm bunları yaparken tecrübelerinden yararlandığı bir devlet mirasını örnek alıyordu ki bu da, külleri üzerinden yükseldiği Bizans’tan başkası değildir. Kıvılcımlı, Fatih dönemini “İkinci Osmanlı Devleti süreci ve İmparatorluk’a geçiş” biçiminde özetleyip, bu genel perspektifini siyasal tercih, hiyerarşinin katılaşması ve unvanlara yansıma planında da mütalaa ederek, Bizans etkisinin çok boyutluluğuna dikkat çekmiştir.[20]
Osmanlı toprak düzeninin, devletin egemen sınıfları vasıtasıyla devlet yapısını etkilediği düşünülebileceği gibi, devlet yapısından bağımsız bir toprak düzeninin anlaşılamayacağı da muhakkaktır. Osmanlı toprak düzeni, başından sonuna dek aynı kalmaktan ziyade, kurulduğu günden beri değişiklikler geçirmiş bir kategori olmuştur.[21] Osmanlı açısından asıl toprak değişiklikleri Fatih döneminde görülen değişiklerdir. Bu değişiklikleri dirlik düzeni ve kesim düzeni olarak ifade edecek olursak, burada oluşan değişikliklerin de gelirlerin ödenme şeklinde görülen farklılıklar olduğu görülecektir.
Osmanlı Devleti’nde dirlik düzeninin kuruluş ve yazılışı, fetihlerle elde edilen topraklar ve sonrasında bu toprakların kayıt altına alınmasıyla gerçekleşmiştir. Bu tahrir usulü bir Osmanlı icadı olmadığı gibi, Osmanlı bu metodu da Bizans’tan öğrenmiş ve kendi sosyal yapısı ve eğilimine göre uygulamıştır. Tahrir edilerek taksim edilen toprak, idareci zümrenin görev ve yetkilerine göre has, zeamet, tımar, ocaklık, yurtluk ve vakıf adlarıyla pay edilirken, sivillere de (reaya) toprağın tasarruf hakkını veren bir çift sistemi uygulanmıştır. Gerçekleştirilen tüm bu paylaşımlarda istisnalar haricinde toprağın mülkiyeti miri yani daha önceden de ifade ettiğimiz gibi kamu mülkiyeti görünümü altında padişaha ait olmuştur.
Devlet görevlilerinin maaşları kendilerine verilen ve dirliğini korumakla sorumlu oldukları toprağın geliri üzerinden elde ettikleri bir pay şeklinde ödenmiştir. Bu kişilerin ölümleri halinde, toprak üzerindeki tasarruf hakkı çocuklarına miras bırakılırdı. Bu toprağın mülkiyetini bırakmak anlamına gelmiyordu. Zira kendilerinin olmayan bir toprağı çocuklarına miras bırakmaları da düşünülemezdi. Osmanlıda bu durumun bir istisnası vardı ki, o da vakıf sistemiydi. Toprakta özel mülk edinen kişi, bunun çarçabuk yıkılacağını ve çocuklarına miras kalamayacağını biliyordu. Bu yüzden toprak "Vakıf"' a dönüştürülüp, dokunulmaz kılınıyordu.[22] Bu istisnayı bozan, kimsenin çaldığının üstüne özel mülk olarak uzun süre yatamayacağı ve devletin bu toprakları geri aldığı durumlar da vardı.
Osmanlı ekonomisi mevzu bahis olduğunda bu ekonomik yapılanma içerisinde en büyük ve önemli yeri alan unsur tımar sistemidir.  Tımar sisteminin çözülüşü ile Osmanlı ekonomisinin içine girmiş olduğu buhran gerek dönemin kaynaklarında gerekse de günümüz modern araştırmalarında sıklıkla zikredilmektedir.
Osmanlı, ırk, dil, din ayrımı gözetmeksizin toprakları üzerinde yaşayan tüm halka tımar dağıtımında eşit davranmıştır. Devlet açısından önemli olan sistemin sağlıklı bir şekilde işlemesi idi. Bundan dolayı tımar sisteminin işleyişine ve kontrolüne büyük önem verilmiştir. Tımarı elinde bulunduran dirlikçinin yetkileri de bizatihi berat ve sıkı kontroller ile denetime tabi tutulmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu fetih siyaseti ile kurulduğu için ordunun önemi büyük olmuş ve bu bakımdan ordunun var olan gücünü sürdürerek yaşayabilmesi için de gelirlere büyük önem verilmiştir. Kıvılcımlı’ ya göre devlet, idare ettiği yerlere iki faydacı yaklaşımla bakmıştır. İlki, bu yerlerin ordu için ne kadar asker çıkaracağıyken, diğeri de buraların ne kadar gelir getireceğidir.[23] Memleket idaresini de bu iki faydacı yaklaşım ekseninde üç idari sisteme bölmüştür. Bunlardan ilki has, zeamet ve tımar olarak birbirine bağlanmış olan dirlik sistemi, Hasiledir. İkincisi saliyane adı verilen, gelirini padişahın topladığı ve komutanlarına saliyane (yıllık), erlerine ise ulüfe adıyla dağıttığı maaştır. Buralar genellikle merkezden uzak olan ve müslüman nüfusun barındığı Mısır, Yemen, Habeş, Basra, Bağdat, Trablusgarp, Tunus ve Cezayir gibi yerlerdir. Kıvılcımlı’ nın anlatımına göre silah zoru ile uygulanan dirlik düzeninin buralara uygulanmamasının gerekçesi, bu milletlerin müslüman olmasından kaynaklanmıştır.[24]
Üçüncü olarak zikredilmesi gereken sistem, alabildiğine çeşitli yönetimleri bünyesinde barındıran hükümettir. Buralar arasında fethedilen hanlıklar,  krallıklar ve prenslikler gibi devlet-hükümetler olduğu gibi küçük aşiretlerin yaşadığı küçük yerleşim yerleri ve kentlerden oluşan aşiret-hükümetler de bulunur.

Osmanlı Gerileyişinin Teşhisi

Osmanlının gözüyle yıkılışı tartışan Kıvılcımlı, özellikle “ıslahat lahiyaları” üzerinde durmuştur. Koçi Bey Risalesi’nden[25] yaptığı alıntılar dikkat çekicidir. Burada dile getirilen açıklamalar Kıvılcımlı’ ya göre Marksist teorinin doğuşundan 250 yıl kadar önce Osmanlı topraklarında var olan gerçekliği anlatması açısından çarpıcıdır. Kıvılcımlı, Koçi Bey’i teşhisinde eksiksiz bulmuş olsa da, tedaviyi ileride göremediği için geride kalmış olarak değerlendirmiştir. Buna göre, eski dirlik düzeninin geri getirilmesi mümkün olmadığından Koçi Bey’in dile getirdiği çözümlemelerin gerçeklikte bir yansıması olmamıştır.
III. Selim’ e verilmiş olan raporlarda da, devletin içinde bulunduğu olumsuz koşulların gerekçesi olarak “padişahın hareketsizliği” gerekçe gösterilmiş ve yerleşikliğin kendiyle beraber aşırı bir tüketimi getirdiği ifade edilmiştir. “Başta Padişahların, arkada Osmanlı kadrosunun böyle yaman göçebe dinamizmine tutkun olmaları, insanları israftan ve sefahatten korurdu.”[26] Fakat “atalarının tersine servet edinme peşinden koşarak zevk-ü sefa sürdürmeye aday olan Osmanlı padişahları kabuğunu beğenmeyen civciv gibi hareket ederek devletin sonunu hazırlamışlardır.”[27] Kıvılcımlı, bireyin rolünü tali planda tutan, tarihin yasalarını yücelten bir düşünceye sahip olmuşsa da, Osmanlının yıkılışını “barbarlığın yalan dolan bitmez ter temiz, sapasağlam, adil ve tutumlu insan özelliklerine” vurgu yaparak açıklaması ile kendisi de idealist bir noktaya “savrulmuştur.”

Sonuç yerine

Teknik olanakların elverişli olmamasından ötürü muhtevası sınırlandırılan bu çalışmada, Kıvılcımlı' nın, Osmanlının kuruluş öncesindeki dinamikler ve bu dinamiklerin Osmanlı üzerindeki etkilerinin neler olduğuna dair düşünceleri ele alınmaya çalışılmıştır.
Kendine has üslubu ile Türkiye sosyalist geleneği içerisinde özel bir terminoloji oluşturan Hikmet Kıvılcımlı, ürettiği bir dizi yeni kavramla, Marksist literatüre Türkiye'den katkılar sunmuş önemli bir entelektüeldir. Binaenaleyh, Kıvılcımlı tarafından kullanılan bu kavramlar, kendisince dile getirilen tarih tezinin anlaşılmasında da kilit bir öneme sahip olmuştur.
Büyük bir imparatorluk kurma şansına kavuşan Osmanlı, bunu belli bir süre sonra kendi varlığını da ortadan kaldıracak olan, Roma kaynaklı Bizans mirası üzerinden meydana getirmiştir. Burada bir nevi, Osmanlı geleneği ile gerçekleştirdiği "eğreti entegrasyon" neticesinde devletin yapılanmasına sirayet ederek, onun yok oluşunun müsebbibi olacak “habis bir ur”un gelişimi söz konusudur. Tüm barbar topluluklar gibi Osmanlı da yok ettiği medeniyetin mirasını devralmış ve onu kendi anlayışı ile devletleşmeye evriltmiştir. Bu evrilme bir yükselmeyi, yükselme ise en doruk noktasında çürümeyi getirecektir. Kıvılcımlı tarafından İbn-i Haldun'un tarih felsefesi ile güçlendirilen bu Osmanlı tarih anlatısı, aynı zamanda bir dizi evrensel, determinist anlayışla da takviye edilip, oluşturulmuştur.
Osmanlı, Kıvılcımlı terminolojisinde anlam bulan tefeci-tüccar kesimin meydana getirdiği olumsuzluğun resmini başarılı bir şekilde çizmesine rağmen, bu resmin siyah beyaz olmasından ötürü, devam ede gelen gerilemesini durduramamıştır. Kıvılcımlı’nın eseri boyunca başvurduğu metaforik anlatımlarında olduğu gibi, resmin siyah beyaz olarak çizilmesi, çözümün geçmişe dönmek gibi anlamsız bir çabaya tekabül etmektedir. Osmanlı geleceğe tekabül eden renkli bir resim çizemediği için bu makûs kaderden kurtulamamıştır. Netice olarak Osmanlı, Batının evrensel gelişim yasalarına uygun bir şekilde kapitalizmi meydana getiremediği için yok olmuştur. Kıvılcımlı tarafından bunun formüle edilişi basittir: "Osmanlılık doğuramadığı için ölen anaya benzer. Doğuramadığı şey kapitalizmdir."

 
[1] Hikmet Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin Maddesi, cilt 1, Tarihsel Maddecilik Yayınları, İstanbul, 1974, s. 7.
[2] a.g.e., s, 39-40.
[3] Kıvılcımlı’nın Osmanlı ile ilişkilendirdiği tek devlet Bizans da değildir. Ona göre Osmanlı,  Fransa gibi “duraklama ve barbar tehdidine”  benzer aşamalardan (Fetret devri ve Timur İstilası) geçmiştir. Bu benzerliklere rağmen iki devleti de farklı kılan nokta, Osmanlı’nın bir yıkılış alınyazısına sahip olmasıdır. Kıvılcım’lı bu yıkılışın nedenini kapitalizm yoksunluğunda aramıştır. Bkz. a.g.e., s, 25-26.
[4] a.g.e., s, 48.
[5] a.g.e., s, 50.
[6] a.g.e., s, 54.
[7] a.g.e.,s, 105.
[8] a.g.e., s.164.
[9] a.g.e., s. 185.
[10] Charles Lindholm, İslami Ortadoğu, çev: Balkı Şafak, İmge Kitabevi, Ankara,2004, s. 102.
[11] a.g.e., s. 228.
[12] a.g.e., s.228.
[13] a.g.e., s. 117.
[14] a.g.e.,s, 91.
[15] a.g.e., s. 127.
[16] Ayrıntılı bilgi için bkz, a.g.e., s. 142- 147.
[17] a.g.e., s. 151.
[18] a.g.e., s. 243.
[19] a.g.e., s. 246.
[20] Ümit Hassan, Osmanlı, Örgüt-İnan.-Davranış’ tan Hukuk-İdeolojiye, 6. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 206. Ayrıca Bizans üzerinden  Osmanlıya tevarüs eden Roma mirasının etkisinin yansıması olan unvanlar için bkz. Kıvılcımlı, a.g.e., s. 44.
[21] Kıvılcımlı, a.g.e., cilt 2, s. 96.
[22] a.g.e., s. 33.
[23] a.g.e., s. 57.
[24] a.g.e., s. 60.
[25] Koçi Bey Risaleleri, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2007, s. 27-95.
[26] Kıvılcımlı, a.g.e., cilt 1, s, 34.
[27] a.g.e., s, 36.

29 Aralık 2012 Cumartesi

İSMET DEMİR ANILARI...

İsmet Ağabey


İsmet Demir’i ilk kez henüz 14-15 yaşlarındayken ağabeyim Demir Küçükaydın’dan duymuştum.  O zamanlar İzmir’de oturuyorduk. Bir ara ağabeyim İzmir’e gelmişti ve bize Aliağa’daki rafineri inşaatında yapı işçilerinin örgütlenmesinde çalıştığından ve İsmet Demir’den bahsetmişti.
Bir süre sonra Aliağa rafinerisindeki grevleri ve nihayet Necmettin Giritlioğlu’nun öldürülüşü üzerine evde ailecek sık sık konuştuğumuzu hatırlıyorum. 
1974’de Üniversite eğitimim için Ankara’ya taşınmıştık. Bir gün küçük ağabeyim Deniz eve İsmet Demir’le geldi “bakın size İsmet Demir’i getirdim” diyerek bizi tanıştırdı. Çocuk denecek yaşta ismini duyduğum, yapı işçilerinin grev ve direnişlerini örgütleyen kişi benim için bir kahramandı. Onu canlı olarak karşımda görünce çok etkilenmiştim. Ben de ona kendisini ve Aliağa’daki grevi bildiğimi söyledim. Annem de kendisiyle tanıştığına çok memnun olduğunu ve Necmettin Giritlioğlu için çok ağladığını söyledi. O da yüzünde bir acı ifadeyle elden ne gelir gibi bir hareket yaparak cevap verdi anneme.
Annem onu oturma odasına buyur etmesine rağmen o “yok ben hemen mutfakta Deniz’le biraz oturup gideceğim” dedi. Annem ne kadar ısrar ettiyse de o, mutfaktaki küçük masanın çevresindeki sandalyeye oturdu.
Bu arada Deniz ağabeyim bana aç olduklarını, biraz yiyecek birşeyler çıkarmamı istemişti. İsmet Ağabey “Sadece biraz beyaz peynir ve ekmek yeter. Başka hiç birşey istemem” dedi. Ben evde hazır yemek olduğunu söyleyip onları ısıtmak istediysem de razı olmadı. Bu arada Deniz ağabeyim cebinden bir küçük rakı çıkarmıştı ve peynir-ekmek eşliğinde rakılarını yudumlayarak sohbet etmeye başladılar. Yanılmıyorsam konu İskenderun Demir Çelik Tesislerinin İnşaatında çalışan işçilerin örgütlenmesi ve orada yürütülecek çalışmalar üzerineydi.
Gece yarısına doğru İsmet ağabey kalktı ve bizlere hoşçakal derken annemden rahatsızlık verdiği için özür diledi. Annem de kendisiyle tanıştığına çok memnun olduğunu ve çok zorlu bir iş yaptığını söylemişti ona.
Ankara’da yaşamaya başlar başlamaz pek çok kişiyle tanışmaya başladım. Bunların bir kısmı sosyalist hareketin içinde yıllardır bulunmuş 68 kuşağındandılar ve tabii onların hepsi İsmet Demir’i çok iyi biliyorlardı. O yıllarda İsmet Ağabeyle birkaç kez daha karşılaştım.
Üç yıl sonra Annem ve Deniz ağabeyim İstanbul’a taşınmış ve ben de Seyran Bağları’ndaki öğrenci evinde kalmaya başlamıştım. Ev arkadaşlarımdan bazıları o zamanlar benim de üyesi olduğum Vatan Partisi’nden, bazıları da çocukluk arkadaşlarımdı.
1977 idi sanıyorsam, İsmet Demir Ankara’ya geldi. Hastaydı, sesi kısılmıştı. Hastaneye Dr. Turan Timuçin’e gitmiş ve gırtlak kanseri teşhisi konmuştu.  Bir süre hastanede yattı ve kendisine radyoterapi uygulandı. O zamanlar onu ziyarete gidiyor ve ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyorduk. İsmet Ağabey hiçbir zaman birşey istemezdi bizden. Biz onun ihtiyaçlarını tahmin eder onu biraz olsun rahatlatmak isterdik. 
Bir ara oğlu Halil geldi hastaneye ziyaretine. Sanırım uzun yıllar sonra görüyordu oğlunu. Oğlu da babasının kendilerini yıllar önce bırakıp gitmiş olmasına kızgın olduğunu hissettiriyordu. Ama bizim için çok değerli olan İsmet Ağabey’in çevresindeki insanların ona duyduğu sevgi ve gösterdiği saygı giderek oğlunu etkilemiş gibi görünüyordu. Oğlunun hastaneye geldiği gün İsmet Demir o kadar mutlu idi ki ifade etmem çok zor. Yüzünde biraz mahcubiyetle karışık bir mutluluk vardı. Odaya girdiğimde sevinçle oğluyla tanıştırdı bana. “Bak Dilek bu benim oğlum” dedi. Babasına çok benziyordu. Ben de “İsmet Ağabey sana çok benziyor” dediğimde başını sallayarak “Evet iki kulak, bir burun” diyerek bizleri güldürmüştü.
Bir süre sonra İsmet Ağabeyin radyoterapisi bitti ve onu bizim öğrenci evine getirdik. Çok halsizdi ve sürekli yatması gerekiyordu. Bütün bir gün arkadaki yatak odasında kapalı ve yapayalnız kalmaması için onu büyük pencereleri arka bahçeye bakan salonda yatırmaya karar verdik. Annem İstanbul’a taşınırken bize yatak olabilen bir kanepe vermişti. Kanepeyi açıp büyük bir yatak yaptık. Akşam olunca kimimiz okuldan, kimimiz işten geliyor ve hep birlikte bu salonda önce yemeğimizi yiyor sonra da İsmet ağabeyin çevresine oturup sohbet ediyorduk.
O sıralar ben TRT’de staj yapıyordum ve çok hastaydım. Tüberküloz teşhisi konmuştu. Hastanede yatmayı reddetmiş ve doktora söz vermiştim ilaçlarımı hiç aksatmayacağıma ve çok iyi besleneceğime. Doktor iki ay sonra röntgen çektireceğini ve eğer filimde bir iyileşme görmezse kesin hastaneye yatıracağını söylemişti. Bu yüzden kısa sürede iyileşmeye kararlıydım.
Sabah TRT’ye gitmek için kalkıyor önce İsmet Ağabeyle içine bal konmuş bir büyük bardak süt, yanında rafadan yumurta, tereyağlı ekmek ile bol proteinli esaslı bir kahvaltı yapıyorduk. Ben öğle yemeğimi sadece 2,5 lira karşılığında TRT’de verilen harika yemeklerden yiyordum. Yemeğimi yer yemez doğru İsmet ağabeyin yanına gidip onun için birşeyler hazırlıyordum ve o yemeğini yedikten sonra tekrar işimin başına dönüyordum. Akşamları ise arkadaşlarla nöbetleşe yemek pişirip hep beraber yiyorduk.
İsmet ağabeyin orada olmasından çok memnundum. Onun orada olması öğrenci evini bir aile evine döndürmüştü sanki.
Bir akşam her zamanki gibi yemekten sonra İsmet ağabeyin yattığı yatağın yanındaki büyük sehpanın çevresindeki koltuklara oturmuş sohbet ediyorduk. Arkadaşlardan biri diğerinden çakmak istedi. Çakmağı olan oturduğu yerden diğerine çakmağı attı ve diğeri de havada yakalayıp aldı. İsmet ağabey birden yataktan kalktı ve çakmağı havada yakalayıp alan arkadaştan çakmağı alıp ona atana verip, “Böyle olmaz, bu çakmağı yerinden kalkıp arkadaşına ver, atma” dedi. Oğlanların birbirlerine daha saygılı davranmalarını istiyordu.
Sonra yine bir gün şimdi tam olarak hatırlayamadığım bir nedenden dolayı, sanırım evin temizlik konusuyla ilgili bir ihmal vardı, çok sinirlenmiştim ve epey bir söylenmiştim bizim arkadaşlara. İsmet ağabey benim yanımda yer aldı ve daha sonra bana “Dilek onlar senden çok şey öğreniyorlar hiç pes etme, ben yanındayım” demişti. 
Sonra bir ara İsmet ağabey yine kötüledi. Tekrar doktora gittiğinde onu yine hastaneye yatırdılar ama normal bir koğuşa değil de ölümcül hastaların yattığı, hemen hemen hergün birinin öldüğü koğuşa yatırıldı. O zaman içimden Dr Turan Timuçin neden onu daha iyi bir koğuşa yatırmadı diye çok isyan etmiştim.. Zaten İsmet ağabey bir süre sonra orada kalmak istemediğini söyleyince biz onu yine bizim öğrenci evimize getirdik.
Bu kez ona daha ağır ilaçlar verilmişti ve bir de hergün iğne yapılması gerekiyordu. Ama hergün iki kez bir sağlıkçı çağırıp bunu yaptıracak paramız yoktu doğrusu. Önceleri arkadaşım Tebessüm Sarp yapıyordu iğneleri ama çalıştığı için hergün iki kez gelmesi çok zor oluyordu. Sonra bana kabadan iğne yapmayı öğretti ve daha sonra iğne yapmayı ben devam ettirdim.
Şimdi hatırlıyorum da radyoterapiden sonra boğazında yanıklar vardı. Hareket ederken, evin içinde yürürken yüzünde acı ifadesini görüyordum. Ama hiçbir zaman hatta daha sonraları ölümün eşiğine geldiğinde bile bir gün dahi şuram ağrıyor demedi ve yakınmadı.  Onun bizlerle birlikte olmaktan mutlu olduğunu hissediyordum. Bizler de onunla birlikte olmaktan mutluyduk ve onun için birşeyler yapabiliyor olmak bizi mutlu ediyordu.
İsmet ağabeyin durumu ne yazık ki kötüye gidiyordu. Sonra İstanbul’a oradan da İsveç’e Latife ve Fuat Fegan’ın evine hastalığının tedavisi için gitti.
Bu arada ben TRT’deki stajımı bittiği için İstanbul’a gittim.
İsmet Demir 7 Ekim 1978’de İsveç’ten İstanbul’a gelmişti ama onun nerede olduğunu bilmiyorum. Daha sonra bir gün Tunç Gezgen beni Saadettin Yılmaz’ın evine götürdü. İsmet ağabey oradaydı. Nefes alabilmesi için boğazına bir delik açılmıştı ve yemek yiyemediği için beslenebilmesi midesine bir ucu dışarıda bir hortum takılmıştı. Onu tekrar görebildiğime çok sevinmiştim. Türkiye’deki doktoru onun çok az ömrünün kaldığını söylemiş ve onu ölmek üzere olan hastaların koğuşuna yatırmıştı ama İsmet ağabey uzun bir aradan sonra karşımda duruyordu işte.
Aradan ne kadar zaman geçti? Herşey nasıl ayarlandı? Hatırlamıyorum ama bir süre sonra Şişli’de büyücek bir apartman dairesine yerleştirildi İsmet ağabey. Avukat Önder Aktosun, dairesini ona tahsis etmişti. İçeride pek fazla eşya yoktu ama salonda İsmet ağabeyin yattığı bir yatak, bir masa, sandalyeler hatırlıyorum. Bir de içlerinde birer yatağın bulunduğu iki yatak odası, güzel bir mutfak.
Orada İsmet ağabeyin yanındaydım ve onun bakımıyla ilgileniyordum. Bir de o sıralar kaçak durumda olan Şadi vardı. O da oraya sığınmıştı.
İsmet ağabeyin durumu daha öncesine nazaran daha ağırdı. Yatağının yanında boğazındaki delikten nefes borusuna dolan ifrazatı temizleyebilmesi için kullandığı bir aspirator vardı. Aspiratore takılı ince bir boruyu boğazındaki deliğe sokuyor ve aspiratörün emme gücüyle dışarıya çekiliyor ve bir cam haznede içinde birikiyordu.  Yıllar sonra İngiltere’de doktorların yaptığı hatalar sonunda öldükten sonra yeniden diriltilen ben de aynı tecrübeyi yaşayacaktım İsmet ağabeyle. Komadan çıktığımda, öksürük geldiğinde veya boğulacak gibi hissettiğimde başucumda duran bir hemşire o ince hortumu benim boğazımdaki deliğe sokarak temizliyordu. O Yoğun Bakım Ünitesi’nde İsmet ağabey aklıma geldi.  “Ben bunun ne olduğunu biliyorum” dedim kendi kendime. Konuşamıyordum, çünkü sesim çıkmıyordu o delikten (trakeostomi) dolayı.
İsmet ağabey bizimle pek konuşamıyordu tabii. Bazen eğer yakınındaysak boğazındaki deliği parmağında kapatıp, zaten kısılmış olan sesiyle konuşmaya çalışıyordu. Bazen de eğer onun yattığı odada o sıra kimse yoksa ellerini çırpıp ses çıkarıyordu bizi çağırmak için. Ama hastalık ilerledikçe sesi hiç çıkmaz oldu. O zaman hep yazarak anlattı söylemek istediklerini. Bir bakardım İsmet ağabey yanında duran bir kâğıt parçasına veya bir kâğıt peçeteye birşeyler yazmaya çalışıyor. Hemen yanına gider ne söylemek istediğini anlamak bulmaya çalışırdım o yazısını bitirmeden. Tabii her zaman doğru tahminde bulunamazdım ama bulduğum zaman ise çok memnun olur, el ve yüz mimikleriyle ‘hah işte o’ derdi bana.
Mutfakta, İsmet Ağabey İsveç’ten gelirken yanında verilen bir de mixer vardı. Yemeğini onunla hazırlıyorduk. Biraz sebze, biraz eti iyice haşlayıp mixerden geçirip boza kıvamına getiriyor ve plastik büyük bir şırıngaya doldurup midesine bağlanmış hortumun dışarıdaki açık ucundan şırınga ediyordum.
Yemek zamanı geldiğinde, “İsmet ağabey yemek vakti” deyip o günkü karışımın menüsünü ona sayıyordum. O da yüzünde bir gülümsemeyle bana eliyle çok güzel anlamında işaret yapardı.
Bu arada Şadi kaçak olduğu için dışarı pek çıkamıyor ama bazı günler hava karardıktan sonra sigara veya yiyecek gibi şeyler almak için gönüllü oluyordu. Tabii evde sürekli kapalı kalmaktan bunalıyordu. Ben onun çıkmasına pek razı değildim ama o bildiğini yapardı. O gelene kadar tabii yüreğimiz ağzımızda beklerdik. Sonunda Şadi elinde bir iki parça şeyle gelirdi. Bir bakarım cebinden birşeyler çıkarıyor. Bu bazen yemeklik bir malzeme olduğu gibi bazen de bir şişe şarap veya bir küçük çukulata da olabilirdi. Paramız olmadığı için onu sorguya çekerdim parayı nereden buldun diye. O da sonunda itiraf ederdi Şişli’nin lüks süpermarketlerinden yürüttüğünü. Sadece bu yüzden yakalanma riskini nasıl arttırdığını ona hep söyledim ama o hep istediği gibi bu alışverişleri yaptı.
Hatta bir seferinde getirdiği şarabı açtıktan sonra eline alıp İsmet ağabeyin yanına gitti ve ona “bu akşam biraz şaraba ne dersin” diye sordu. O da yaramaz bir çocuk gibi gülerek eliyle getir diye işaret etti. Şadi hemen mutfağa gidip şırıngayı getirdi ve şarapla doldurdu. Yavaş yavaş İsmet ağabeyin midesine zerk etmeye başladı, bir taraftan da ona şarabın tadını anlatıyordu. İsmet ağabeyin bu acı çektiği zor günlerde onu güldürüyor, moral veriyordu. Daha sonra bir kere de çok sulandırılmış rakı vermiştik.
İsmet ağabeyin boğazına açılan deliğe takılan metalden yapılmış iç içe geçen, eğri iki borucuk vardı. Bunlar da yedekleriyle birlikte gelmişti İsveç’ten. Günde en az iki kere bunların çıkarılıp iyice temizlenip, sterilize edilip tekrar takılması ve bu işlem yapılırken boğazındaki sargıların da açılıp yenilenmesi gerekiyordu. Pansumanı her açtığımda yarasının gittikçe daha kötülediğini görüyor ve kendimi çok kötü hissediyor ve onun bu yaranın yol açabileceği ağrılara nasıl katlandığını hayretler içinde izliyordum.
Ben bütün bu işlemleri yaparken İsmet ağabey bana yardım etmek ister o yüzden pansumanı değiştirme zamanı gelinceye kadar ben başka işlerle uğraşırken bir bakardım gerekli malzemeleri (sargı bezi, merhemler, sterilizasyon sıvıları, bantlar, makaslar, klipsler) getirmiş yatağın üzerine tam da gerektiği gibi dizmiş beni bekliyor. İsmet ağabeye kendisini yormamasını söylesem de o bundan asla vazgeçmedi.
Şadi’yle anlaşmıştık geceleri o nöbetteydi. İsmet ağabeye belli etmeden gece boyunca onu kontrol ediyordu. Her an bir kanama geçirebilir veya bir öksürük krizine girebilirdi.
Boğazına takılan boruların yedeklerini sterilize etmek için gece iyice kaynatır, sabahleyin de metali parlatıp oksitlerden özel bir maddeyle temizler öyle pansumana başlardım.
Bazı sabahlar bakardım o kaynatılmış borucuklar parlatılmış ve diğer malzemelerin yanına konmuş, herşeyi hazır bulurdum. Çoğu geceler uyuyamıyor, uyusa bile sabahın çok erken saatlerinde uyanır ve birşeylerle oyalanmak istiyordu.
Çok ağrısı olduğunu biliyordum. Ama bunu asla bize belli etmedi. Bir gün bile sızlanmadı. Üstelik de ağrılara karşı doktorların vermek istediği hiçbir uyuşturucuyu almayı kabul etmedi. Uyuşturulmak istemiyordu.
Ağrı öyle birşeydir ki insan kitap okuyamaz hiçbir şeye konsantre olamaz hale gelir. O da kitap okumakta zorlanıyordu tabii.
İsmet ağabeye ne zaman bir isteğinin olup olmadığını sorsam hayır anlanıma başını kaldırırdı. Ama bir gün yine sorduğumda eline kağıt kalemi alıp “Tek istediğim arada bir çocuklar gelsinler burada oturup aralarında sohbet etsinler. Ben konuşamıyorum ama onları dinlemek istiyorum. Onların birbirleriyle konuşmalarını, konuları tartışmalarını dinlemek istiyorum.” diye yazdı.
Onu çok iyi anlıyordum. Ama maalesef bunu söyleyebildiğim arkadaşlar pek oralı olmadılar. Hatta içlerinden biri yara görmeye dayanamadığından filan bahsetmişti. Buna inanamamış ve içimden çok öfkelenmiştim doğrusu.
Bir gece İsmet ağabey öksürürken kanama başladı. Yarasından şakır şakır kanlar geliyordu. Bunun için elimizde bir hemşire ve bir doktorun telefon numaraları vardı. Ama gecenin bir yarısıydı ve durum vahim görünüyordu. Hemen damardan kanamayı durduracak ilacın enjekte edilmesi gerekiyordu. Ne yapacağımı bilemiyordum. Sargı bezleriyle tampon yapmaya çalıştık ama ne fayda. İsmet ağabey eline damardan iğne yapılırken kolu sıkıştırmakta kullanılan lastik bandı alıp koluna bağlamaya çalışıyor ve bir taraftan da bana işaretle sen yapacaksın diyordu. Ben bunun çok tehlikeli olacağını, normal iğne yapmaya benzemediğini ve bu konuda hiçbir tecrübem olmadığını söylesem de çok kararlıydı. Ayrıca kanama da gittikçe artıyordu. Çok hızlı karar vermem gerekiyordu. Daha önce hemşireleri damardan iğne yaparlarken izlemiştim dikkatle ve teorik olarak biliyordum nasıl olması gerektiğini. Ama hiç denememiştim. O anda başka çare yoktu ve ben tüm cesaretimi toplayıp enjetöre ilacı çektim, içindeki kalmış hava kabarcıklarının yukarıya doğru çıkması için küçük darbelerle enjektöre vurdum ve sonra pistonu itip bu hava kabarcıklarının dışarı çıkmasını sağladım. İyice zayıflamış olan kollarında damarları parmak gibi görünüyordu. İsmet ağabey başıyla hadi diye işaret etti ve ben iğneyi damara batırdıktan sonra enjektörün pistonunu biraz çekip damarın içine kan gelin gelmediğini kontrol ettim. Evet, tam isabetti. Acemi şansı dedim kendi kendime ve ilacı yavaş yavaş damara zerk etmeye başladım. Birkaç dakika içinde ilaç etkisini gösterdi ve kanama durdu. İsmet ağabey biraz rahatladıktan sonra bir kâğıda “başaracağını biliyordum teşekkür edirim” diye yazdı ve bana verdi.
Bu sefer ucuz kurtarmıştık.
Bu gibi kanama krizlerini birkaç kez daha yaşadık ve her seferinde kanamayı durdurabiliyorduk.
Ama o gece kanama bir türlü durmuyordu. Bu sefer ikinci şişe ilacı da zerk ettim ama yine kanama durmadı ve İsmet Ağabey kendin geçti. O gece yanımızda Celal Kara arkadaş da vardı. Şadi bir taksi çağırmasını söyledi Celal’e. O ve hemen fırladı ve biz İsmet ağabeyi tutuyorduk. Bir iki dakika sonra üçümüz asansörle aşağıya indirip ve onu taksiye taşıdık. Arka koltuğa önce onu yarı yatar vaziyette oturttuk ve ben onun yanına oturup elimde tamponlar, sargı bezleri ile İsmet ağabeyin başını kucağıma yatırdım ve yola cıktık hastaneye doğru. Birtek şey söylüyordum sürekli “dayan İsmet ağabey, dayan” . Hastanenin kapısına birkaç metre kala birden titreme oldu. Anlamıştım onu kaybediyorduk. Yüzüne baktım  “hadi” dedim “hadi bak geldik”. Ama o güzleri kapalı, elini hafifçe kaldırdı gidiyorum der gibi ve gitti.
Yıllar önce 1974 yılında aynı şekilde babam da bana böyle veda etmişti. Çok sevdiğim ve saydığım iki harika insan babam ve İsmet ağabey bana aynı şekilde kucağımda veda etmişlerdi...
Araba hastanenin kapısına yanaştı. Şadi’yle Celal hemen arabadan atlayıp İsmet ağabeyin için tekerlekli bir sedye getirdiler. Bir doktor İsmet Ağabeyi muayene etti ve artık yaşamadığını söyledi. Bu arada, doktor mu yoksa orada olan görevlilerden biri miydi tam olarak hatırlamıyorum, biri onu hastanede tutamayacaklarını söyledi. “Çünkü hastaneye girmeden önce ölmüş” gibi birşeyler söylendi. Hemen İsmet Ağabey’e bakan iki doktoru aradı çocuklardan biri. O kısa süre sonra geldi ve sorunu çözüme ulaştırdı. Bu arada partideki arkadaşlara haber vermeye çalışıyorduk. O zamanlar herkesin evinde telefon yoktu.
Daha sonrasını hatırlamıyorum. Nasıl ve ne zaman eve döndük? Cenaze töreni nerede ve nasıl olmuştu?
Yıllar sonra Demir ağabeyim “İsmet Demir’in cenazesinde çekilmiş bir resimde tabutu başında bekleyen iki kişi var biri Deniz diğeri de sen olabilirsin” dedi ve bana bir kopyasını gönderdi. Evet, İskenderun Demir Çelik Fabrikası inşaatında çok zor şartlarda İsmet ağabeyin yananda onunla birlikte sendikada çalışmış, Şişlideki eve bulabildiği her fırsatta gelip, onunla olmuş, 1990 yılında bir trafik kazasında aramızdan ayrılan sevgili ağabeyim Deniz Küçükaydın ve ben orada, onun tabutu başında saygıyla duruyorduk.
Genç bir topografken oturduğu bir tepeden çalıştığı araziye bakarken kendini
 işçi sınıfının mücadelesi içinde gören ve buna adamaya karar veren, hayatının sonuna kadar bir derviş sabrı ile mücadelesini sürdüren, Türkiye topraklarında yetişmiş biricik insan İsmet Demir’i her zaman saygı ve sevgiyle anıyorum ve onu tanımış olmaktan gurur duyuyorum.
Dilek Küçükaydın
28 Aralık 2012

DEMİR KÜÇÜKAYDIN'NIN SEMPOZYUMA SUNACAĞI "KIVILCIMLI'NIN MARKSİZM'E KATKILARININ ELEŞTİREL DEĞERLENDİRMESİ" BAŞLIKLI YAZISI

Kıvılcımlı’nın Marksizm’e Katkılarının Eleştirel Değerlendirmesi

“Öz ve görünüm aynı olsaydı, bütün bilim gereksiz bir şey olurdu”
Marks
Kıvılcımlı’nın son yazıları okunduğunda, ilk bakışta, onun Brejnev’den adalet isteyen; Türkiye’ye  Sıkıyönetim mahkemelerine teslim olmaya gelen tipik bir Stalinist ve Türk Milliyetçisi olduğu hükmüne varılabilir.
Böyle birisinin Marksizm’e katkısından nasıl söz edilebilir?
Tezimiz, bu ilk izlenimin ve görünümün aksine, Kıvılcımlı’nın, Marksizm’e Marks-Engels sonrasında hiçbir Marksist’in yapmadığı ölçüde büyük ve önemli katkılar yaptığı ve onu geliştirdiğidir.
*
Kıvılcımlı’nın Marksizm’in gelişimine katkı yapıp yapmadığını ve yaptıysa ne gibi katkılar yaptığını ele alabilmek için, öncelikle Marksizm’in ne olduğunu ele almak gerekiyor.
Çünkü Kıvılcımlı’nın ilk ve en büyük katkısı, Marksizm’in doğru bir kavrayışına dayanması ve bunu fiilen savunmasıdır denebilir.
Marksizm'in nasıl tanımlandığı da sınıf mücadelesinin bir alanı ve aracıdır.
*
Marksizm’e göre Marksizm toplum ve tarih teorisidir[1].
Marks-Engels,  toplumu ve onun evrimini ele alan bir teori veya bilimi kurduklarını söylüyorlardı. Daha sonra “Tarihsel Maddecilik” denen teori, kelime olarak çevrilirse, Sosyoloji’dir.
Bugün “sosyoloji” denen ve Comte, Durkheim, Weber gibileriyle başlayan görüşlerin hepsi, özünde Marks ve Engels tarafından kurulmuş bulunan karşı mücadele için ortaya atılmış reaksiyoner ideolojilerdir[2].
Bu nedenle biz, alışılmış ve yaygın kullanımda sosyoloji olarak bilinenlere ve tanımlananlara  ideoloji diyoruz. Ve onlar tarafından bir  “ideoloji”, vs. olarak tanımlanan Marksizm’e ise Sosyoloji diyoruz.
Bu nedenle, Marksizm, Tarihsel Maddecilik ve Sosyoloji kavramlarıyla kastettiğimiz hep aynı bilimdir.
*
Marksizm’in, tarihini anlatan bir tek kitap bile yoktur[3]. İlk bakışta Marksizm tarihsizdir, kavramları hiç gelişmemiştir. İdeolojilerin tarihinin olmadığı önermesi adeta Marksizm’de somutlaşmış gibidir[4].
Marksizm önce bunu açıklama gibi bir görevle karşı karşıyadır: Niçin doğa bilimleri hızla muazzam yollar kat ederken kendisi neredeyse doğduğu yerde kalmıştır veya en azından öyle bir görünüm vardır?
Elbet burada söyle itirazları duyar gibi oluyoruz: “Ne demek Marksizm gelişmedi? İşte Lenin, Emperyalizm Teorisini geliştirdi” gibi Lenin’in Marksizm’e katkılarından söz edildiği görülür[5].
Lenin ve benzerleri, Marksizm’in temel kavramlarına bir bağlılığı temsil ederler, onları yaratıcı bir uygulamaya karşılık düşerler ama temel kavramlarda hiçbir gelişme ve ilerleme sağlamamışlardır. Onlar verili kavramlara dayanarak, yeni olguları açıklamışlardır.
Lenin’in ya da başkalarının, siyasi mücadelenin ya da sınıf mücadelesinin birçok sorununa ilişkin çözümler geliştirmiş olmaları, onların bu bilimin gelişimine katkılar yaptıkları anlamına gelmez.
Geceleri elektrik ampulü olmadan bir yaşam tasavvur edemeyiz bile, böylesine önemli bir yeri vardır Edison’un keşfinin. Ama bu, Edison’un fizik biliminin gelişimine hiçbir katkısı olmadığı gerçeğini zerrece değiştirmez.
Edison’un ampulü keşfetmesi için, elektrik akımı veya elektromanyetik güç konusunda yeni kavramlar ortaya koyması veya var olan kavramları geliştirmesi gerekmiyordu. Var olan kavramlar çerçevesi ve pratik ihtiyaçlar bu keşiflerin ortaya çıkmasına ve açıklanmasına yetiyordu. Bu nedenle fiziğin evrimini anlatan kitaplarda Edison’un adı bile anılmaz ama örneğin Faraday veya Maxwell anılmadan geçilemez.
Bir bilimin gelişimine katkı yapmak yeni kavramlar bulmak, var olan kavramları dakikleştirmek, eleştirip yeniden tanımlamak; yeni yasalar bulmak, bilenen yasaların sınırlarını göstermek vs.dir. Bu açıdan baktığımızda, Lenin’in Tarihsel Maddeciliğin hiçbir kavramanı eleştirip değiştirmeye veya yeni kavramlar koymaya kalktığını göremeyiz. Onun da böyle bir iddiası yoktur zaten.
Troçki’nin bir katkısından söz edilebilir ve edilmelidir. Katkısı: Marksist evrim kavrayışında, eşitsiz ve kombine bir gelişimi tanımlaması ve kullanması; bürokrasinin sınıf karakterinin tanımlanması gibi konularındadır.
Troçki, Batı dünyasının tanıdığı Marksistler arasında neredeyse tek istisnadır. Bütün eseri de tıpkı kurucularınki gibi tarihin ve toplumun gidişine ilişkindir. Bu tarih yirminci yüzyıl tarihinin ilk yarısıyla ilgilidir ve bu tarihin daha derinden kavranışı için kavramsal bir ilerleme de sağlamıştır.
Başka teorisyenler üzerinden yapılabilecek itiraza gelince, çok temel bir yanlış yaparlar: Marksizm bir sosyolojidir, felsefe değildir. Marksizm, felsefenin bittiğini ilan ederek; felsefeyi öldürerek doğmuştur[6].
Althusser’den Mao’ya ya da Negri’ye kadar Marksizm’i geliştirdiği söyleyenler, Marksizm’i bir felsefe olarak ele alırlar. Bunların tarihi ve toplumu ele alan bir tek sosyolojik yasayı, bir tek sosyolojik kavramı ele alıp eleştirip geliştirdikleri görülemez. Toplumsal olgulardan yola çıkarak fikirleri açıklamazlar; fikirlerden yola çıkarak toplumsal gidişi açıklamaya çalışırlar.
Onlar Marksizm’e katkı yapamazlar çünkü konuları Marksizm’le özdeş değildir. Hatta fiilen Marksizm’in en temel önermesinin, (düşüncenin varlığı değil, varlığın düşünceyi belirlediği) fiili bir inkarını temsil ederler. Hepsinin ardında şu gizli varsayım görülür: şu veya bu düşüncenin veya önermenin kabul edilmiş veya edilmemiş oluşu sonraki süreci belirlemiştir. Örneğin Ekim Devrimi’nin sonraki yozlaşmasının nedeni: geri bir ülkede devrim; devrimin yayılamayıp tecrit olması; savaş ve iç savaş sonucu tüm üretici güçlerin tahrip olup neredeyse yamyamlığa dönüş gibi gerçek maddi koşullar değil; Lenin’in örgüt teorisindeki şu ya da bu yanlışı veya örgüt içi demokrasiyi önemsememesi gibi, son duruşmada kimi yanlış düşünceler ya da yanlış kararlardır. Yani Marksizm’in kendisiyle mücadele ederek doğduğu ideoloji, Marksizm postu giyinerek karşımızda durmaktadır.
*
Toplumun hareket yasalarını ve tarihsel hareketi araştırmakla, yani Marksizm’le ilgisi olmayanlar Marksizm adına ortalığı doldurmuş bulunmaktadırlar. Bunların hepsinin temel paradigması anti-Marksist’tir. Sorun buradadır.
Kıvılcımlı, konusu Marks-Engels’in ortaya koyduğu bilimin konusuyla özdeş olan, yani Marks-Engels’in Marksizm tanımına uygun olarak bir takım kavramları geliştiren neredeyse biricik kişidir (Troçki de).
Bir yanda dünyadaki bütün diğer Marksist diye bilinenler, bir yanda da Hikmet Kıvılcımlı bulunmaktadır[7].
İşte Kıvılcımlı’nın öncelikle ve en büyük katkısı tarihin ve toplumun genel yasalarını, tarihsel ve toplumsal olgulardan yola çıkarak daha dakik ve derin olarak tanımlamaya çalışan neredeyse biricik Marksist olmasıdır.
Yaygın olarak Marksizm diye kabul gören her şeyi karşıya almak ve reddetmek gerekiyor. Böyle bir teşebbüsün bile çılgınlık olarak görüleceği çok açıktır.
Bunca Marksist filozof, düşünür hepsi yanlış da bir Kıvılcımlı mı yanlış değil?
Ne yazık ki gerçek budur?
Bizzat bu Sempozyum’a bakalım. Kıvılcımlı’nın neredeyse bütün eserleri tarih ve onun hareket yasaları ile ilgilidir. Ama sempozyuma sunulan bildirilerin neredeyse hiç birinin konusu bu değildir.
Bu sempozyumdaki bildirilerde de Kıvılcımlı politik düzlemde ya da felsefi düzlemde[8] ele alınmaktadır.
Onun teorik çalışmaları, politik duruş ve tezlerinin bir gerekçelendirilmesi gibi ele alınıp[9] hiç bir şekilde içeriklerine girilmemektedir.
Bu iki düzlem de Kıvılcımlı’nın esas teorik katkısını konu etmez. Kaldı ki, politik olarak Kıvılcımlı, Sovyetlerin çizgisini sadakatle izlemiş, ölünceye kadar da öyle kalmış bir Stalinist’tir. Felsefi olarak ise, didaktik kitaplar yazmak dışında fazla bir şey yapmamıştır ve böyle bir iddiası da yoktur. Ayrıca, Felsefe Marksizm (Sosyoloji) değildir.
Yani Kıvılcımlı’nın hangi başlık altında ve nasıl ele alındığı hiç de masum bir seçim değildir. Kıvılcımlıyı felsefe ve politika düzeyinde tartışmak, Marksizm’i bir politika öğretisi veya bir felsefe olarak tanımlayarak, Marksizm’in ne olduğunu ve konusunu çarpıtmaktan başka bir anlama gelmemektedir.
Öncelikle yanlış olan bildirilerin içerikleri bir yana, konularıdır ve onu tartıştıkları felsefi ve politik düzlemdir. Bunların başlıklarını ve konularını eleştirmeden içerikleri üzerine bir tartışmaya girmek, zımnen onları onaylamak anlamına da gelir. Yanlış bir hayatın doğru yaşanamayacağı gibi yanlış sorulara doğru cevaplar verilemez.
*
Bir bilimin evrimi, son duruşmada kavramlarının evrimidir. Kimi kavramların ortaya çıkışı, kimilerinin anlamının dakikleşmesi, farklı anlamların birbirinden ayrılması, kimi kavramların terk edilmesidir.
Elbette bu kavramlar da kendi içlerinde bir hiyerarşi içinde bulunurlar.
Fiziğin evrimini anlatmak,  zaman, mekan, kütle, ağırlık, hız gibi kavramların evrimini anlatmaktır.
Peki, sosyolojide ya da Marksizm’de durum nedir?
Marksizm’de de elbet bir takım temel kavramlar vardır bütün diğer kavramların üzerinde yükseldiği. Ne var ki, Tarihsel maddeciliği veya Marksizm’i, kavramların tarihi olarak anlatan bir tek kitap bile yoktur. Esas sorun buradadır.
Ama bunda bir sorun görülmemesi bundan da daha korkunç bir sorundur.
Marksizm’in, kavramların tarihi olarak bir tarihi yazılmamıştır.
Marksizm'in bir tarihinin yokluğu ile Marksizm’in bir felsefe veya politika öğretisi veya ekonomi politik olarak kavranışı arasında kopmaz bir bağ vardır.
Böylece şöyle bir fasit daire ortaya çıkmaktadır. Marksizm’le aynı konuda neredeyse bir tek Kıvılcımlı yazdığına göre:  Marksizm’in tarihi Kıvılcımlı bilinmeden yazılamaz. Ama Marksizm’in tarihi bilinmeden de Kıvılcımlı’nın bu tarihteki yeri ve katkıları konu edilemez.
Bu noktada çok ilginç ve kabul etmesi çok zor ve sarsıcı şu sonuç ortaya çıkmaktadır. Kıvılcımlı, Marks ve Engels’ten sonra, tüm insanlık tarihini sorun yaparak bu gidiş hakkında genellemeler yapmış tek Marksist’tir. Bizzat onun bu özelliği, yaptığı katkının içeriğinden veya içeriğe ilişkin katkı yapıp yapmadığından bağımsız olarak ilk büyük katkısıdır.
*
Şimdi Marksizm’in temel kavramlarına ve Kıvılcımlı’nın buradaki önemli katkılarına bakabiliriz.
Temel kavramlar neler?
Üretici güçler, üretim ilişkileri, altyapı, üstyapı, mülkiyet ilişkileri, sınıflar, devlet, ideoloji, politika, kültür, sanat, bilim, ahlak, hukuk, din vs.[10].
Bu kavramlar toplumsal olgulardan çıkmıştır ve toplumun yapısını ve gidişini açıklamaya yöneliktirler. Dolayısıyla yine bizzat toplumun tarihinde sınanabilirler doğrulanabilir veya yanlışlanabilirler.
Mark ve Engels’in tarih ve toplum teorilerini sürekli olarak olaylarla sınarlar.
Engels yazıyor:
Marx'ın bu yapıtı (Fransa’da sınıf Mücadeleleri), onun, kendi materyalist anlayışı ile ve giderek durumun içerdiği verilerin yardımı ile çağdaş tarihin bir parçasını açıklama yolunda ilk girişimi oldu. Komünist Manifesto'da, teori, bütün modern tarihin bir taslağını yapmak için kullanılmıştı, Marx ve ben, Neue Rheinische Zeitung'un yayınladığı makalelerimizde, teoriyi, anın siyasal olaylarını yorumlamak için kullanmıştık.” (F. Engels, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri’ne Giriş)
Marks Engels gerçekten teorilerinin bir kontrolünü yapmaktadırlar buralarda. Örneğin Engels şöyle diyor: “Ve işte, bu tarih, Marx'ın, kendi yasasını denemesine, sınavdan geçirmesine yardımcı olmuştur ve otuz üç yıl sonra bile, Marx'ın yasasının bu sınavdan parlak bir şekilde geçtiğini teslim etmemiz gerekiyor.” (Vurgular bizim, Engels, 18 Brumaire, Engels’in Üçüncü Almanca Baskı’ya Önsözü.)
Onlar ciddi bilim adamlarıdır, ciddi devrimcilerdir. Kendi teorilerini sürekli yeni bilgilerin ışığında kontrol etme gibi bir dertleri vardır. Örneğin Morgan’ın çalışmalarıyla karşılaşınca doğrulandıklarını görüler. Engels şöyle yazar:
“Bu kitap, deyim yerindeyse, bir vasiyetin yerine getirilmesidir. Hiç kimse Karl Marx kadar, kendi -bir dereceye kadar bizim de diyebilirim- materyalist tarih irdelemesi sonuçlarıyla ilişki kurarak, Morgan'ın araştırmalarından çıkan yargıları açıklamak ve bunların büyük önemini ortaya koymak istemezdi. Gerçekten, Morgan, Marx'ın kırk yıl önce keşfetmiş bulunduğu materyalist tarih görüşünü, Amerika'da, kendi alanında yeniden keşfetmiş ve bu durum, onu, barbarlık ile uygarlık arasındaki karşılaştırma konusunda, belli başlı noktalar üzerinde Marx'la aynı sonuçlara varmaya götürmüştü.” (Engels, Ailenin.., Birinci Baskının Önsözü)
Sonraki Marksistlerin yapmaları gerekenler nelerdir?
a)      Bizzat Marks-Engels’in ele aldıkları dönemlere ilişkin verilerde değişmeler olabilir. Bu yeni biriken bilgiler ışığında Marks-Engels’in çalışmalarının ve sonuçlarının kontrolü gerekir.
b)     Marks Engels çok sınırlı bir alandan bu sonuçlara ulaşmışlardır. Avrupa ve sonuçta birkaç yüzyıllık Avrupa tarihi. Koca bir dünya ve sadece uygarlıkla bile sınırlansa 7000 yıla ulaşan bir tarih dilimi söz konusudur. Bu yasalar bu tarihte sınanmalıdır. (Kıvılcımlı’nın yaptığı budur .)
c)      Marks-Engels’ten sonraki tarihte de (Yani 20. Yüzyılda ve günümüzde) sınama gerekir. (Kıvılcımlı ve Troçki birbirinden bağımızca, farklı sorunlara bağlı olarak ve benzer sonuçlara ulaşarak bir ölçüde bunu yapmışlardır.)
Yani derinliğine, geçmişe ve geleceğe yönelik sürekli bir kontrol ve sınama gerekir. Marksizm’den ve gelişiminden ancak bunlar yapıldığında söz edebiliriz.
Kıvılcımlı ve Troçki hariç, şu her yerde Marksist diye kabul edilenlerin çalışmalarına bakılırsa, böyle bir çaba ve kaygı, böyle bir sistemli çalışma yoktur.
Peki, Kıvılcımlı haricinde neler yapılmıştır?
Batı Marksizm’inin yaptığı, özellikle sanat alanındaki çalışmalar ve Walter Benjamin’in tarih üzerin tezleri
Önü sonu hepsi budur.
*
Troçki, yirminci yüzyılın ilk yarısının iki çok temel yeni olgusunu hem öngörür hem açıklar: geri bir ülkede sosyalist devrim ve bürokratik karşı devrim ya da yozlaşma. Yirminci Yüzyılın, Sovyetlerin kuruluşu ve yıkılışıyla başlayıp ve bittiği kabul edilirse, yirminci yüzyılı Sovyetlere ilişkin tutarlı bir açıklama olmadan anlamak olanaksızdır.
Troçki, bu iki olguyu açıklayabilmek için: eşitsiz ve kombine bir evrim kavramı geliştirir; Marks’ın, hukukun ekonomiden ileri olamayacağı; yoksulluk temelinde sosyalizm olamayacağı önermesiyle birleştirir, böylece karşı devrimi açıklar ve iktidara gelen bürokrasinin niteliğini analiz için de sınıf kavramını geliştirir.
Bu anahtar ilerlemeler üzerinden özellikle iki savaş arasındaki dönemdeki sınıf mücadelelerini ve gelişmeleri anlama olanağını yaratır. Kıvılcımlı ise burada tam bir Stalinist’tir.
Kıvılcımlı’nın katkısı ise, adeta Troçki’nin bittiği yerde başlayıp, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemi açıklamanın kavramsal aralarını sunar. Savaş sonrasının en önemli özelliği, devrimci mücadelenin “üçüncü dünya”ya kayması ve az gelişmenin gelişmesidir.
Marks, ileri bir ülke geri bir ülkeye geleceğini gösterir diyordu. Ama Yirminci yüzyılda ileri ülkeler geri ülkelere geleceğini göstermiyordu. Çünkü az gelişmenin gelişmesi diye bir olgu görülüyordu. Troçki’nin konusu geç gelmenin avantajları idiyse, Kıvılcımlı’nın konusu geç kalmanın dezavantajları olmuştu.
Kıvılcımlı bunu açıklayabilmek için farklı üretim biçimlerinin ve sınıfların simbiyoz ilişkiye girişlerini; “etle tırnak gibi” oluşlarını ele alarak, evrim kavramında eşitsiz ve kombine gelişmeden öteye bir adım daha atar. Artık zaman içinde birbirini izleyen üretim biçimleri veya sınıflar birbirinin yerini almazlar sadece; aynı zamanda bir arada var olurlar ve birbirlerini güçlendirip bambaşka bir sistem oluştururlar. Bu alt üst edici bir bakıştır ve çok önemli programatik, stratejik sonuçları vardır.
Bunu “Tarihsel Maddeciliğin Tarihine Katkı” adlı çalışmamızda uzun uzun açıkladık. Kıvılcımlı’nın yaptığı bu metodolojik ilerlemenin programatik sonuçları kavranışını kolaylaştırabilir.
Marks’ın formülasyonundan çıkacak sonuç, yarı feodal bir ülkede, devrimin demokratik bir karakterinin olacağıydı; Sosyalist devrim, ancak kapitalist ve gelişmiş bir ülkede olabilirdi; çünkü üretici güçlerin gelişmesi en çok orada kapitalizmle çelişki içinde olabilirdi.
Troçki’nin katkısı olan eşitsiz ve bileşik gelişme yasasından çıkar sonuç, yarı feodal bir ülkede de devrimin sosyalist bir devrim olabileceğiydi.
Kıvılcımlı’nın farklı üretim biçimlerinin ve sınıfların kaynaşması yasasından çıkan sonuç ise, pek ala Kapitalist, hatta finans-kapital’in egemen olduğu bir ülkede, kapitalizm öncesi ilişkiler ve sınıflar da aynı zamanda güçlendirdiğinden, devrimin görevlerinin demokratik karakterde olması gerektiğiydi.
Kıvılcımlı’nın bu katkısı bir başka katkıyı daha içinde taşır: bu üretim ya da toplum biçimlerinin, kendi öz niteliklerini değiştirmeden o nitelikleri içinde bir evrim geçirmeleridir.
Örneğin klasik şemada komün ya da ilkel sosyalizm çok eskilerde kalmış, yazılı ve modern tarihte esamisi okunmayacak bir aşama olarak görülür.
Ama uygarlığın kullandığı üretici güçler bir kere keşfedilip uygarlık tarafından yaygınlaştırılınca, komün bunları alıp komün olarak da kullanabilir. Komün, tunç ya da demiri kullandığız için, hemen uygarlığa geçmez; tunç ve demiri kullanan, emek üretkenliği çok daha yüksek bir komüne dönüşür. Amerikan yerlileri, modern fabrikalarda üretilmiş tüfekleri kullandıklarında kapitalizme geçmezler, tüfek kullanan komünler olarak var olmaya devam ederler.
Komün böylece, hem uygarlığa karşı daha büyük bir direnme gücü kazanır, hem de uygarlığı daha büyük ölçüde etkileme ve değiştirme gücü. Troçki’nin de değindiği ve kısmen Rusya’nın modern görünümünün ardındaki arkaik özellikleri açıklamakta kullandığı bir yöntemdir bu.
Bu türün kendi içinde evrim, sadece komün için değil, uygarlıklar için de geçerlidir. Antik uygarlıklar, kapitalizmin geliştirdiği teknik olanaklarla donandıklarında arkaik niteliklerini yitirmezler. Bugünün Türkiye’sinin ve bütün eski uygarlık beşiklerinin toplumsal yapısını anlamak için temel metodolojik yaklaşımdır bu.
Bu metodolojik katkı sayesinde, açıklanması sorun gibi görünen olaylar da açıklanma olanağı bulur. Komün değişerek yaşamaya devam ediyorsa, kapitalizme, kölecilikten sonra gelen bir feodalizmden, yani komünün iki basamak üstünden değil; doğrudan komünden geçilebilir olur. Bu da evrim kavrayışında muazzam bir altüstlük demektir. İlkel-köleci-feodal-kapitalist  Prokrutes yataklarının havaya uçurulması demektir. Kıvılcımlı’nın yaptığı tam da budur.
*
Kıvılcımlı’nın farklı toplumların ve üretim biçimlerinin kaynaşması; yani eklemlenmesi metodolojik yaklaşımı, yirminci yüzyılın sonlarında gündeme gelen; Yeni Sosyal Hareketler ve onları yaratan problemleri de açıklamak için gerekli kavramsal temeli de sağlar.
Bu hareketlerin varlığı, kapitalizmin kendi soyut hareketinden çıkarılamazdı; ancak Kıvılcımlı’nın farklı üretim biçimlerinin kaynaşması yaklaşımı; kapitalin gerçek tarihsel hareketini açıklamakta da kullanılabilirdi.
Aslında Kurtuluş savaşları da kapitalizmin gerçek tarihsel hareketinin; kapitalist bir çevreden kapitalist olmayan bir çevreye yayılışının sonucu olarak ortaya çıkıyorlardı. Aynı metodolojiyle pek ala örneğin bir Kadın hareketinin var oluş koşulları da aydınlatılabiliyordu[11].
Özetle, Kıvılcımlı’nın sadece bu iki katkısı bile (farklı üretim biçimlerinin karşılıklı simbiyoz yaşamı ve buna bağlı olarak Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi) devasa metodolojik katkılardır. Az Gelişmişliğin Gelişmesi ve Yeni Sosyal Hareketler gibi çok önemli olguları Marksizm’in kavram sistemi içinde, onu geliştirerek, tutarlı bir şekilde açıklama olanağı sunar.
*
Kıvılcımlının ilgisi sadece İkinci Savaş sonrasıyla sınırlı değildir. Marks-Engels’in izinden giderek, tüm antik tarihi, yani Sümerlerden ta Kapitalizmin doğuşuna kadarki 7000 yıllık tarihi ve sadece Avrupa’yı değil, Çin’den Magrip’e kadar neredeyse tüm uygarlıkları konu edinir.
Zamandaki ve mekandaki bu devasa genişleme bu kadarla da kalmaz, tıpkı Engels gibi uygarlık öncesi tarihe ve Maymun’dan insana geçiş sürecine de uzar. Böylece on binlerce yıllık bir zamanda ve neredeyse tüm yeryüzü ölçüsünde teorinin açıklamada kullanılması ve kontrolü; yetersiz noktalarda geliştirilmesi gereği ve olanağı ortaya çıkar.
Böylesine kapsamlı bir işe girişmiş dünyada ikinci bir Marksist yoktur.
Kıvılcımlı, bu çalışmalarında, birbirinden değerli, onlarca ikinci dereceden önemli olarak tanımlanabilecek keşif yapar.
Kapitalizm’e kadar Medeniyet’in teknik bir ilerlemeye yol açmamasından, sınıf mücadelesinin bir aracı olan devletin sınıflardan önce ortaya çıkıp kendisinin bir egemen sınıfa dönüşümüne ve sınıfları ortaya çıkarışına; Hindistan’da kast sisteminin varlığının nedenlerinden; Haçlı Seferlerinin bir barbar akını olduğuna veya barbar akınlarının ticaret yolları boyunca geçip bu yolları açtığına veya kahinlerin stratej danışmanlar olduklarına kadar saymakla bitmeyecek, hiçbir Marksistin ele almadığı onlarca, yüzlerce olguyu, süreci ele alır ve bunlara ilişkin açıklamalar sunar.
Keza İnsanın oluşması sürecinde ateşin önemini ortaya çıkarmaktan; insan psikolojisinin oluşumuna kadar, hemen hemen hiçbir Marksistin kafa yorup bir şeyler yazmadığı konularda bir yığın dahiyane gözlemlerde bulunur; cesur genellemeler yapar.
Bunların her biri ayrı bir kitap ve araştırmanın konusu olacak tezler ve keşiflerdir.
Ama sadece bu kadar da değildir. Öylesine geçer ayak söylenmiş gibi onlarca, yüzlerce son derece aydınlatıcı ve düşündürücü değinmeler, gözlemler de vardır. Örneğin, “Allah’ı keşfedişimiz şunun şurası çok yenidir” der. “Bu memleket sahipsiz kaldı”dan; “Peygamberlerin sonuncusuyum”a kadar önemsiz, hatta saçma gibi görünen sözlerin ardındaki derin anlamları açığa çıkarır.
Bütün bu konular ve alanlarda neredeyse tüm dünyada biricik olarak kalır.
*
Elbette tüm bu antik tarihi ele alış onu Marksizmin temel kavramlarında, özellikle Üretici Güçler teorisinde çok daha köklü ve derin değişikliklere zorlamıştır. Kişisel kanımız bu çabasının başarısızlıkla sonuçlandığıdır.
Bu girişim ve başarısızlığını “Marksizm’de Yapı ve Özne Çelişkisi – Kıvılcımlı’nın Katkıları ve Eleştirisi” adlı yazımızda ayrıntılarıyla ele almıştık. Temel hatası, Marks’ın izinden giderek, Cansız üretici güçler devrim yapamayacağına göre, belli bir özneyi üretici güç olarak tanımlayarak yapı ve özne çelişkisini çözmeye kalkmasıdır. Marks bu bağlantıyı, “Devrimci sınıf en büyük üretici güçtür” önermesiyle kurmuştu. Antik tarihte benzerini yapmak için, komünü bir özne haline getirmek; bunun için de onu bir Üretici Güç olarak tanımlamak gerekiyordu. Bunu gelenek ve kolektif aksiyonu üretici güç olarak tanımlayarak, dolayısıyla üretici güçleri yeniden tanımlayarak  yapmayı denedi.
Bu çaba başarısız olmakla birlikte, sorunu gördüğü; doğru koyduğu ve eşi benzeri bulunmayan devasa bir çalışma olduğu, Marks’ın yaptığı yolla özne ve yapı çelişkisini aşmaya kalkmanın bir çıkmaz sokak olduğunu  gösterdiği için, yine de tersinden bir katkı olarak kabul edilebilir.
Kıvılcımlı’nın tek başarısızlığı bu değildir. Tıpkı Engels gibi, Maymundan insana geçiş sürecinde de teoriyi sınar ve geliştirme denemeleri yapar.
Ama bizce bu çabası da başarısızdır. Orada da Toplum ve İnsan oluşu özdeşleştirerek, birbirine bağlayarak; olgular tarafından hiçbir şekilde doğrulanmayacak çıkarsamalar yapar.
Bütün bu başarısızlıkların temelinde, Marks-Engels’in ortaya koydukları biçimiyle, teorinin çok temel bir yanlışı bulunmaktadır. Toplum’un ve Toplum’un somut var oluş biçiminin ne olduğuna ilişkin bir soru ve kavram bile bulunmaması, bunun da temelinde Dinin ne olduğu hakkındaki tamamen yanlış, Aydınlanma’nın din kavramına dayanan bir anlayış.
Bu temel metodolojik yanlış da aslında bir topluluğun ya da somut bir toplumun şekillenmesinin aracı olan ahlaki veya hukuki kavramalarla, yani normatif kavramlarla; toplumsal gerçeği anlamaya yarayan analitik kavramların ayrımının yapılmamasına dayanmaktadır.
Bunu ayıramayan Marksizm, Aydınlanma’nın modern toplumun örgütlenmesinin ya da dininin temelini oluşturan din kavramını sanki analitik bir kavram gibi alıp kullanması sonucu tarihi ve toplumu açıklayamaz kalmıştır.
*
Kıvılcımlı, bunun aşılabilmesi ve Marksizm'in Aydınlanmanın din kavramının dışına çıkabilmesi için, muazzam bir birikim yapmış olmasına rağmen, sıçramayı başaramamıştır.
Kıvılcımlı’nın Aydınlanmanın Din kavramını onun iki anlamında da havaya uçurmuştur.
Aydınlanma Din’e “İnanç” der[12]. İnanç kavramı epistemolojik ve hukuki iki anlamda kullanılır.
Aydınlanma epistemolojik olarak dini  “inanç” olarak tanımlayarak, onu akli olmayan, akıl dışı, olarak tanımlamış oluyordu.
Kıvılcımlı, Aydınlanma tarafından, epistemolojik anlamıyla akıl dışı olarak tanımlanmış dinin aslında tamamen rasyonel, akli olduğunu gösterir.
Allah’ın sıfatlarından, Cennet’e, ya da Muhammet’in son peygamber olduğuna kadar dinsel metinleri yorumlayan bütün yazıları, Aydınlanma’nın inanç ve akıl dışı diyerek bir kenara attıklarının rasyonel çekirdeğini ortaya çıkarmaktaydı. Bu Aydınlanma’nın din kavrayışına birinci öldürücü darbeydi.
(Batı Marksizmi ya da Eleştirel Teori (Adorno), tersi yoldan giderek, Kıvılcımlı’ya hiçbir zaman görmediği ve göremeyeceği bir el uzatıyordu: Modern Toplum’un aklının araçsal akıl olduğunu göstererek; akli olanın akıl dışı olduğunu gösteriyordu. Ancak bu iki katkı birbirinden habersiz kaldı ve “konvergenz” (yakınlaşma) bir buluşmayla sonuçlanmadı.)
Aydınlanma’nın dini tanımladığı İnancın ikinci anlamı hukukiydi. Özele ilişkin; politik olmayan anlamındaydı.
Kıvılcımlı, somut toplumları incelediğinde de, örneğin Osmanlı Tarihinde, dinin “öteki dünyaya” ya da politika dışı olana, özele ilişkin bir kategori olmadığını; toplumu ve toplumsal ilişkileri siyasi, iktisadi, hukuki, ahlaki vs. olarak düzenleyen bir kategori olduğunu gösteriyordu. Bu da Aydınlanmanın din kavramına ikinci öldürücü darbeydi.
(Ulusun din olduğunu görmenin kıyısına gelen modern Ulus ve Ulusçuluk teorileri, tıpkı öbür uçtan yola çıkarak akli olanın akıl dışılığını gösteren Eleştirel Teori gibi Kıvılcımlı’nın sonuçlarına el uzatıyordu.  Ama bu “konvergenz” de iki taraf için bilinmez kaldı.)
Özetle Kıvılcımlı’nın çalışmalarıyla, dinin inanç olduğuna ilişkin Aydınlanma tanımı, hem epistemolojik hem de hukuki anlamıyla geçersizleşmiş, somut olarak tersi kanıtlanmış oluyordu.
Ama Kıvılcımlı, bu fiili sonucu bir teorik çıkarsamayla taçlandırıp bir genelleme düzeyine ulaşamıyordu bir türlü.
Kıvılcımlı’nın bu alandaki çalışmaları, onun Marksizm’in gelişimindeki en önemli katkısını oluştururlar.
Ancak bu katkılar en gerici, ulusu bir dille, tarihle tanımlayan ulusçuluk anlayışının içinde sunulurlar. Osmanlı Tarihinin Maddesi bu bakımdan ibret vericidir. Orta Asya’dan gelmiş Türklüğe dayanan bir ulusçulukla, İslam’ın mülkiyet ilişkilerini düzenlediğine ilişkin, Aydınlanma’nın dini özelle tanımlayışını havaya uçuran sonuçlar aynı cümle içinde bir aradadırlar.
Kıvılcımlı bir Stalinist olarak, ulusu bir dil, din, etni, kültür vs. ile tanımlayan bir gerici ulusçudur. Bu, soğuk savaş döneminde Sovyetler’i savunmanın gerektirdiği taktiklerle de birleşince ortaya, bugün bir demokratın, bir devrimcinin kabul edemeyeceği bir dilin ve kavram sisteminin içine sinmiş olarak bu katkılar vardır.
Din üzerine çalışmalarından hareketle bir Marksist Devrim Teorisine ulaşması için yol, Stalinizmi ve Ulusçuluğu tarafından tıkanmıştır.
Peki, Tarih’teki devrimlerden giderek, devrimlerin din dönüşümleri olduğuna ve oradan da Aydınlanma’nın din kavramının eleştirisine, yani Marksist bir Din teorisine varamaz mıydı? Kendisinin esas konusu tam da bu kapitalizm öncesi devrimler değil miydi?
Burada ise Aydınlanma’nın politik olan-olmayan ayrımına dayanan Devrim kavramına hapsolmuşluk yolu tıkar.
Marksizm'in devrim kavramının çok temel bir yanılgısı vardır. Aydınlanma, özel ve politik ayrımına dayanan bir toplum yapısı şekillendirdiğinden, devrimi politik olana, devlet ve iktidara göre tanımlar. Yani Marksizmin devrim tanımı da, sosyolojik ya da analitik olmayan ve modern toplumu düzenleyen bir ayrıma dayanır.
Hâlbuki devrim her şeyden önce, üretici güçlerin ve ekonomik ilişkilerin gelişim derecesine uygun bir somut toplum ya da topluluk tanımı yapılması ve buna göre toplumun ve üstyapının yeniden şekillenmesidir. Devrim, toplumun somut bir biçiminden diğer bir biçimine geçiştir. Dinler her şeyden önce, somut toplulukların tanımları olduğu için, bir dinden diğer dine geçişler birer devrimdir.
Ama Kıvılcımlı devrimi devlet ve iktidara bağlayan tanıma bağlı olduğu için, antik tarihte devrim olarak sadece devletlerin yıkılış ve kuruluşlarını tanır. Dolayısıyla Tarihsel devrim kavramı; din değişimlerini değil; devletlerin kuruluş ve yıkılışlarını kapsar. Zaman zaman bu anlayışın sınırlarını zorladığı yerler de vardır ama hep o anlayışın içinde kalır.
Bütün antik uygarlıklardaki devletleri de hep istisnasız komünler kurup yıktıkları için aydınlanmanın dayandığı özel politik ayrımının ufku dışına çıkamaz ve devrimden hareketle de dine varamaz.
İnsanların kendilerini dönüştürerek, bir dinden diğer dine geçerek yeni topluluk tanımları ve özneler olarak ortaya çıktığını, bunun aynı zamanda yapı ve özne çelişkisini çözdüğünü; Marksizm’e kavramsal bir bütünlük kazandırdığını bir türlü göremez.
*
Tarihte ve bugün devrimleri barbarlar ya da sınıflar değil; yeni dinler yapar. Barbarlar ya da sınıflar o din çerçevesinde devlet kuruluş ve yıkılışlarını yapabilirler ama yeni bir dinin kurucuları olarak ortaya çıkmadıkları, yeni bir topluluk tanımı yapmadıkları sürece bütün değişiklikleri eski dinin çerçevesinde siyasi iktidar değişiklikleri olarak kalır ve gerçek bir devrim adını alamayacakları gibi gerçekten de köklü bir dönüşüm başaramazlar.
Mücadele eden sınıflar sınıf olarak kaldıkları; partiler (Tarikatlar) biçiminde örgütlendikleri sürece, devrim yapamazlar. Tarikatlar ya da partiler ancak yeni bir dine dönüştüklerinde gerçek devrimleri yapabilirler.
Tarikatlar (Partiler), var olan topluluklar (Dinler) içinde bölünmelerdir.
Dinler var olan topluluklarla (Dinlerle) bölünmelerdir.
Hıristiyanlık başlangıçta Yahudilik içinde bir partiydi. Esas mücadelesini, Yahudilik içinde bir parti olmaya karşı verdikten ve bunu kazanabildikten sonra çok farklı dinlerden insanları bir araya getirip bir devrim başarabilmişti. Aynı durum Aydınlanma için de geçerlidir.
Marksizm Manifesto’da tarihi sınıflar mücadelesi olarak tanımlar ve anlatırken, henüz bir devrim yapacak olgunluğa ulaşmamış olduğunu da ifade etmiş oluyordu bir bakıma.
Marksizm, tarihi bir dinler tarihi olarak anlattığında, bir devrimler tarihini anlatır ve devrimci bir parti haline, yani din haline gelebilir. Böyle olduğunda, Aydınlanma’nın din, toplum, devrim, bilim kavramlarını aşarak gerçekten bir bilim olur; bir bilim olduğunda tam anlamıyla yeni bir din olur. Din ve bilim ayrılıkları; öznel ve nesnel akıl zıtlıkları, yapı ve özne çelişkileri böylece son bulabilir.
6 Aralık 2012 Çarşamba
Demir Küçükaydın




[1]   “Nasıl ki Darwin organik doğanın gelişme yasasını bulduysa, Marx da insan tarihinin gelişme yasasını (…) buldu” (Engels, Karl Marks’ın Mezarı Başında Yapılan konuşma)
[2] “ “ Büyük Sosyologların” göstermeye çalıştıkları gibi, Sosyoloji, masum, saf ve ne olursa olsun "gerçek arayıcı" bir bilim değildir. Sosyoloji: 19. yüzyılda serbest rekabetçi kapitalizmin, 20. yüzyılda tekelci Finans-kapitalizmin emrindedir ve her ne pahasına olursa olsun, kapitalizmi haklı çıkarmak için kan teri dökenlerin uydurdukları yığınla tarikatlar mahşerine bugün Sosyoloji adı veriliyor.” (Kıvılcımlı, Metafizik Sosyolojiler)
[3] Perry Anderson’in Batı Marksizmi ve Tarihsel Maddeciliğin İzinde kitapları bir ölçüde sayılabilir ama o da kavramların gelişimini ele almaz. Tarihsel Maddeciliğin tarihi üzerine bildiğim tek deneme, yine kendimin yazdığı, “Marksizmin Marksist Eleştirisi”ne Önsöz olarak yazılmış “Tarihsel Maddeciliğin Tarihine Katkı”dır.
[4] İşin kötüsü yaygın olarak bilinen biçimiyle Marksizm, tam da bir ideolojidir; hem de zındık, eleştirel ve yaratıcı Marksizme karşı oluşturulmuş bir ideolojidir. Bu nedenle yaygın olarak bilinen Marksizm’in bir tarihi yoktur.
[5] Bunlar akıma göre de değişebilir Althusser’den Mao’ya ya da Negri’ye kadar çok farklı isimleri sayanlar vardır.
[6] “Demek ki, gerçek yaşamda, kurguculuğun bittiği yerde pozitif bilim; insanların pratik faaliyetinin, gösterdikleri pratik gelişme süreçlerinin ortaya konuluşu başlar. Bilinç konusundaki boş sözler biter, onların yerini gerçek bilgi almalıdır. Gerçeğin kendisi ortaya konduğunda, özerk felsefe varlık ortamını yitirir. Onun yerini, olsa olsa insanların gösterdikleri tarihsel gelişmenin gözlemlenmesinden çıkartılabilecek en genel sonuçların bir sentezi alabilir.” (Marks-Engels, Alman İdeolojisi)
[7] Burada “Batı Marksizmi”nin sanat ve estetik konusundaki çabalarını, Benjamin’in neredeyse biricik katkısını bir paranteze alıyoruz.
[8] Alişan Özdemir’in “Kıvılcımlı ve Diyalektik”; Çağdaş Balcı ve Uğuray Aydos’un “Marksist Bütünsellik ve Kıvılcımlı” bildirileri Kıvılcımlı’nın o muazzam sosyolojik çabasını konu bile etmezler. Bu yazı yazıldığında henüz gelmemiş olmakla birlikte, Metin Kayaoğlu’nun ve Ali Osman Alayoğlu’nun bildirilerinin de aynı nitelikte olacağı, daha önce Teori ve Politika dergisinde yazdıklarına dayanarak öngörülebilir. Felsefi olarak ele alırlar ve oradan günlük politikaya atlarlar. Marks-Engels’in öğretisi ve temel katkısı olan Toplumun gidiş yasaları ve bunların somut tarihte sınanması, yani Kıvılcımlı’nın tüm katkısının özü konu bile edilmez.
[9] Aydın Çubukçu örneğin, koca Tarih Tezi’ni tartışmaz bile, elinin tersiyle silip mahkum eder: “Dr. Hikmet Kıvılcımlı için belirleyici olan, Marksizm-Leninizm’in temel tezleri ve teorisi değildir. O, kendi geliştirdiği tarih yorumunu ve tarih tezini bunlardan daha belirleyici görmektedir.” Garbis Altınoğlu: “(Bu saptama da yazarın, burada ele alamayacağım Tarih Tezi'ne dayanmaktadır.)” der ve geçer. Tarih Tezi’ni önemli bir katkı olarak gördüğünü söyleyen Recep Maraşlı bile (kaldı ki onu da yanlış değerlendirmektedir) Tezi konu etmez. Geçerayak söyler.
[10] Bu kavramların neredeyse hepsi Önsöz’ün şu satırlarında zikredilir: “Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder. Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile —ki, bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir—, hukuki, siyasal, dini, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırdetmek gerekir. Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi gözönünde tutularak, bir hükme varılamaz, tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal (sayfa 609) üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir. İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar, çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar. Geniş çizgileriyle, asya üretim tarzı, antikçak, feodal ve modern burjuva üretim tarzları, toplumsal-ekonomik şekillenmenin ileriye doğru gelişen çağları olarak nitelendirilebilirler. Burjuva üretim ilişkileri toplumsal üretim sürecinin en son uzlaşmaz karşıtlıktaki biçimidir — bireysel bir karşıtlık anlamında değil, bireylerin toplumsal varlık koşullarından doğan bir karşıtlık anlamında; bununla birlikte burjuva toplumunun bağrında gelişen üretici güçler, aynı zamanda, bu karşıtlığı çözüme bağlayacak olan maddi koşulları yaratırlar. Demek ki, bu toplumsal oluşum ile, insan toplumunun tarih-öncesi sona ermiş olur.”
[11] Bu katkının ayrıntılı bir çözümlemesi yine “Tarihsel Maddeciliğin Tarihine Katkı” ve “Toplumsal Aidiyetler ve Sınıf Mücadelesinin İlişkileri” başlıklı yazılarımızda bulunabilir.
[12] Aslında sosyolojik olarak inanç diye bir kategori yoktur. Ama bunun sosyolojik bir kategori olmadığı bu güne kadar Marksist veya anti Marksist kimse tarafından sorgulanmış da değildir.