Kıvılcımlı’nın “İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)” kitabı üzerinden 1915 Soykırımı, Kürt ve Ermeni ulusal mücadeleleri, milliyetler ve sömürge meselesi üzerine bir tartışma...
Recep Maraşlı
Klasik Marksizm’in sorunlu alanlarından biri “milli mesele” olageldi.
Bu tartışma halen uluslararası sosyalist hareket ve onun çekirdeğini oluşturan Marksist geleneğin yumuşak karnını oluşturuyor. Ulusları kategorik olarak ya çok küçümsemek ya da abartmak arasında bir uçtan diğerine savrulan, teorik ve pratik yalpalama Enternasyonalizm anlayışını da çöküntüye uğrattı. Tutarlı bir ulus tahlili olamayınca; Küreselleşmenin bayrağı uluslararası sermaye tarafından dalgalandırılırken, sosyalist mücadele ulusal sınır ve taleplerin kanallarında tutunmaya çalışır oldu.
Enternasyonalizmi ulusların yok olacakları öngörüsü üzerine kuran sosyalist hareketler uluslar meselesini küçümsemenin bedelini öder gibidir. Öldü, ölecek diye gün biçilen milliyetçilik, günümüzde ikinci altın çağını yaşıyor...
Kendi toplumlarımızda durum çok daha trajiktir. Geleneksel sol hareketin bir bölümü egemen ulus milliyetçiliğinin - şovenizminin içinde; diğer kesimi de ezilen ulus hareketinin içinde / kıyısında yaşamaya çalışmakta.
Bu ironi nasıl gerçekleşti?
Kıvılcımlı’nın çalışmasına gönderme yaparsak, “ezilen ulus” meselesini 30’lu yıllardan 80’lere kadar “yedek güç” olarak saptayan sosyalistler, nasıl oldu da kendileri, ulusal çatışma ve mücadelelerin “yedek gücü” haline geldi?
Ben, Kıvılcımlı Sempozyumu vesilesiyle Türkiye sosyalist hareketinin bu büyük teori ve eylem adamını selamlıyor; “İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark) çalışması üzerinden bu konuya ilişkin bazı eleştiriler geliştirmek istiyorum.
Kıvılcımlı’nın mirası...
Kıvılcımlı, Marksist metodolojiyi benimsemiş bir devrimci olarak nesnel gerçekliği teoriye uydurmaya çalışmak yerine, içinde yaşadığı toplumun orijinalitesini anlama ve buna uygun çıkarımlar yapmasıyla çağdaşı olan Türkiyeli sosyalistlerden temel çok temel bir farklılık gösterir.
O’nun başlıca önemli ve özgün çalışmasının diyalektik ve tarihsel materyalizmi Osmanlı Tarihi üzerinde uygulamasıyla ortaya çıkan Tarih Tezi olduğu düşüncesindeyim. Doğu Roma, Bizans gibi köklü doğu kültürlerinin mirası üzerine yükselen Osmanlı Tarihini açıklamaya çalışmakla büyük bir boşluğu doldurmuştur. Bu kapsamlı çalışma Marksist yazına ciddi bir katkı iddiası taşır.
Günümüzde bile halen birçok sosyalistin Emin Oktay’ın lise tarih kitapları düzeyindeki bilgilerle hareket ettikleri düşünülürse Kıvılcımlı devasa bir iş yapmış olmaktadır.
“İhtiyat Kuvvet” çalışmasının da içinde olduğu Yol dizisi Türkiye komünist hareketinin, stratejik, taktik ve örgütlenme sorunlarının tümüne cevaplar arayan; programatik çözümleme ve önermeleri getiren çok önemli bir çalışmadır.
Kıvılcımlı “din” ve “milliyetler” sorununda da toplumumuzun özgünlüklerini sorgulayan onları sosyalist mücadele ile organize etmeye çalışan bir çaba ile de diğerlerinden temel bir farklılık gösterir.
Ne var ki Kıvılcımlı’nın düşünsel üretkenliği ve başarısı, siyasal pratikte yansımasını bulmuş değildir.
Kıvılcımlı, tam da 1970’lerde kendi öngörüsünü doğrulayan gelişmeler ortaya çıktığında Kürt ulusal hareketine oldukça mesafelidir. Bu nedenle Kürt devrimcileri üzerinde bıraktığı imaj çok da olumlu değildir, biraz soğuk ve uzaktır.
Ancak 70’li yıllardan -ve maalesef vefatından sonra- Doktorcu grupların çabasıyla, özellikle karanlıkta kalan çalışmalarının gün yüzüne çıkmasıyla Kıvılcımlı, “keşfedilen” ilgi gören tartışılan bir kişi haline geldi. Bu nedenle Kürdistanlı sosyalistler açısından keşfedilen Kıvılcımlı daha güçlü ve yakındır.
Bir anekdot
Yaşamımın güzel tesadüflerinden biri olarak, Kıvılcımlı'nın "İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)" kitabının, yazılışı üzerinden 45 yıl geçtikten sonra gün yüzüne çıkışına, kamuoyuyla paylaşılma aşamasına tanıklık ettim.
1980 öncesi sosyalist/devrimci hareket içinde özel jargonlar oluşmuştu. Bunlardan biri de "meseleyi nasıl getiriyor?" biçimindeydi. Örneğin "Sovyetler Birliği'ni nasıl getiriyor?" dendiği zaman SSCB'yi "sosyalist" mi, "sosyal-emperyalist" mi, yoksa "revizyonist" olarak mı gördüğü kastediliyordu. Bu sorunun cevabına göre o siyasi akımın ya da kişinin siyasi yelpazedeki yeri belirlenmiş, Sovyetçi mi, Maocu, Üç Dünyacı ve ya orta yolcu mu olduğu biçiminde kategorize edilmesine yarıyordu.
Kürtlerin "ulus" olup olmadığı, "kendi kaderini tayin hakkı"na sahip olup olmadıkları da bu süreçte yoğun olarak tartışılıyordu. Kürdistan'ın sömürge olarak görülüp görülmemesi Türk ve Kürt solunu birbirinden ayırt eden temel bir ölçüt haline gelmişti.
Bizim de özgün bir sorumuz vardı: "Kürdistan'ı nasıl getiriyorsunuz?"
Rızgari, Özgürlük Yolu, DDKD, Kawa gibi dönemin belli başlı siyasi yapıları “Kürdistan’ın dört parçaya bölünmüş sömürge bir ülke” olduğu tespitini yapıyorlardı. “Türk solu” ise bu teze "sömürgenin sömürgesi olmaz, Türkiye'nin kendisi de bir sömürgedir"; "Türkiye de Kürdistan da emperyalizmin ortak sömürgesidir" veya "sömürgecilik tezi ayrılıkçı Kürt burjuvazisinin tezidir" gibi değişik gerekçelerle karşı çıkmaktaydılar.
Giderek Türk solu içerisinde de Kurtuluş, İşçi Cephesi gibi sömürge tezini kabul eden gruplar çıkmaya başladı. Devrimci-Yol, TKP, Aydınlık, Halkın Kurtuluşu gibi gruplar ise bu teze şiddetle karşı çıkıyorlardı.
Kıvılcımlı yanlısı Vatan Partisi, İşsizlik ve Pahalılıkla Mücadele Derneği (PİM), Sosyalist gazetesi gibi kurumlarla sık sık ortak platform veya eylem birliklerinde bir araya geliyorduk. 1978 yılında bu gruplardan, "Kürdistan'ı nasıl getiriyorsunuz?" sorusuna;
"Kürdistan'ı müstemleke olarak getiriyoruz!" cevabı verilmeye başlandı.
Eski Türkçede kullanılan bu "müstemleke" kelimesinin anlamı Kürt gençleri arasında çok fazla bilinmiyordu. Bunun muhtemelen Kürdistan'a sömürge dememek için Türk solu tarafından, kafa karıştırmak amacıyla uydurulmuş yeni bir kavram olduğu düşünülüyor, biraz da kuşku ile bakılıyordu:
- "Müstemleke" ne demek?
- Eski Türkçede "sömürge" demek...
- O zaman niye "sömürge" demiyorsunuz da "müstemleke" diyorsunuz?
- Doktor öyle yazmış!..
Doktor Hikmet Kıvılcımlı'nın "Kürdistan'ı müstemleke olarak getirdiği" bir kitabı olduğu bir efsane gibi dilden dile dolaşır olmuştu.
Aralık 1978’de İstanbul Bayrampaşa cezaevinde tutukluydum. Filistinli tutukluların firarı üzerine, idareden saldırı gelişmiş ve sol siyasilerin kaldığı koğuşlarda direniş başlamıştı. Sonuçta gittiğimiz her yerde çekirge sürüsü gibi iz bıraktığımız 100 kadar kişi müthiş bir kafile ile sürgüne gönderildik. Bir çok cezaevi dolaştıktan sonra [Sinop cezaevi yandı, Trabzon cezaevinde tüneller ortaya çıktı] Mart 1979’da Niğde Cezaevine vardıydık.
Niğde’nin bir bölümünde 12 Mart döneminin siyasi mahkumları kalıyordu. Bizim gelişimizle 68’ ve 76’ iki kuşağından devrimcilerin ilk kez birbirleriyle tanışmaları açısından ilginç bir deneyim oluşturdu. Cezaevleri ve sürgünler boyunca Kurtuluş, SGB, Özgürlük Yolu, DDKD, Rızgari ve Kıvılcımlı yanlısı gruplardan arkadaşlar “Birleşik Komün” oluşturmuş, birlikte hareket ediyorduk.
Adet olduğu üzere herkes kendisine “en yakın gelen” grupların olduğu koğuşlara pay edilirken, Birleşik Komün’dekiler de Ertuğrul Kürkçü, Münir Ramazan Aktolga, Orhan Savaşçı, Demir Küçükaydın, Dündar Erenler, Oktay Etiman ... gibi isimlerin bulunduğu koğuşa kabul edilmiştik.
Demir Küçükaydın’ı Sosyalist gazetesindeki yazıları nedeniyle tanıyordum. Bir de o yıllarda adeta “kötü yola düşmüş” der gibi hayıflanarak söylenen bir “Troçkist olmuş!” lafı vardı. Birlikte geldiğimiz Doktorcu arkadaşlar fısıltıyla “Demir, Troçkist olmuş!” uyarısı yapmışlardı. Aslında bu, kendisi de “utangaç Troçkistler” olarak nitelenen bir Rızgarici için extra bir yakınlık işareti sayılırdı!
Öyle de oldu; Küçükaydın’la daha yakın bir dostluk gelişti. Yine bu vesile ile Kürdistan’a “müstemleke” diyen kitabın gün yüzüne çıkışına da tanık oldum. Küçükaydın metni zaten toparlamıştı; ben de kendisine bu textin daktilo edilmesinde yardım ettim. Tartışarak, yorumlayarak, birkaç kez yazıp okumuş oldum.
“İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)” çalışması, Kıvılcımlı’nın hapishanelerde envay türlü kağıda yazılıp saklanmış, aramalardan, baskınlardan, operasyonlardan, kaçıp-kovalamalardan korunmuş yüzlerce sahife el yazmasının içinde olduğunu; arşivlerin peyder pey yurtdışına çıkarılması sayesinde kurtarıldığını öğrenmiştim. Hatta Kıbrıs’a giderken kayığın su alması nedeniyle dokümanların bir kısmının ıslandığını, yer yer okunamaz hale geldiği anlatılmıştı.
Kıvılcımlı’nın yurtdışında, “sosyalist” bürokrasi tarafından Sovyetlere kabul edilmemesi, Arnavutluk, Bulgaristan sınırlarından bekletilmesi, ve yaşamını Belgrad’da bir hastanede yitirme öyküsü de oldukça trajik ve incitiydi. Doktor’un bu kez hasta koğuşundan yazdığı “Kim Suçlamış?” ve “Brejnev’e Mektup” metinlerinin benim için “İhtiyat Kuvvet” ten daha etkileyici olduğunu belirtmeliyim.
Bu çalışma başlı başına bir kitap değil “TKP’nin Eleştirel Tarihi: YOL” genel başlığı altında yazılmış 7 ciltlik külliyatın [“Genel Düşünceler”, “Yakın Tarihten Birkaç Madde”, “Parti’de Konaklar ve Konuklar”, “Parti ve Fraksiyon”, “Strateji Planı, Düşman: Burjuvazi”, “Strateji Planı, Müttefik: Köylü”, “İhtiyat Kuvvet, Milliyet: Şark” ve “Legaliteyi İstismar”] 6. Kitabıdır. İçeriği itibarıyla çok tartışılmış ve ilgi çekmiştir.
Kitap tarihsel mekanına uygun bir yerde 1933 yılında Elazığ cezaevinde yazılmış ve bu atmosferin etkilerini taşımaktadır. Şeyh Said ve Ağrı isyanlarının henüz yeni bastırıldığı bir dönemdir.
Kıvılcımlı bu çalışmayı Merkez Komitesinde tartışılacağını umarak TKP için bir siyasal strateji ve taktik tartışması olarak hazırlamıştı. Doktor, anılarında metinlerin Fransızca bir kopyasının partiye iletildiğini ama “hasır altı” edildiğini; Komintern toplantısında ise “hoş karşılanmadığı” bilgisini veriyor. Bu metinlerin TKP yönetimi tarafından tartışılıp tartışılmadığı hakkında TKP arşivleri bugün araştırmacılara açık olmasına rağmen herhangi bir iz görülmüyor.
Kuşkusuz bu çalışmanın yazılış amacına da uygun olarak tek başına değil Yol serisi bütünlüğü içinde değerlendirilmesi daha doğru olacaktı. Ne ki, bu denli kapsamlı bir çalışmayı bir makale boyutuna sığdıramazdım.
Dolayısıyla sadece üzerinde en çok yoğunlaştığım 1915 Soykırımı, Kürt ve Ermeni ulusal mücadeleleri, milliyetler ve sömürge meselesi üzerinden tartışmaya dahil olmayı tercih ediyorum.
İhtiyat Kuvvet’i yazıldığı dönemin siyasi koşullarını, düşünce dünyasını da anlamaya yarayan değerli belgesel olarak okumak yerinde olur. Döneme ait sosyal gözlemler; sınıf tahlilleri, gazete haberleri, istatistiksel veriler, bu sürecin anlaşılmasına yardım eder. Böylece zamanla değişmiş olan koşulları ve ya süregelen benzerlikleri görerek süreci takip etmede iyi bir nirengi vazifesi görüyor.
“Doğu sorunu”: Kürtler ve Ermeniler...
1969 yılında bir bilim adamının olgulara dayanması gerektiğini söyleyen Dr. İsmail Beşikçi “Doğu Anadolu’nun Düzeni” kitabında “Doğu sorunu” denen şeyin ekonomik geri bırakılmışlığın özünde etnik bir temele sahip olduğunu, bunun Kürt sorunu olduğunu yazdığında Üniversitelerden dışlanmış, cezaevleri serüveni başlamıştı.
1933 yılında ise nesneyi adıyla çağırmanın bir Marksist için birinci şart olduğunu söyleyen Dr. Hikmet Kıvılcımlı “İhtiyat Kuvvet:Milliyet (Şark)” kitabının girişine “Türkiye'deki Doğu sorunu ve Doğu illeri nesnesi bir milliyet davasıdır!”diye yazmıştı. Bu “Doğu illerinin evvel ezel iki adı vardı: Ermenistan-Kürdistan”… Ermeni sorununun “çözülmüş” olduğunu varsayan Kıvılcımlı, Leninist ilkeler işletildiğinde “Türkiye'nin içindeki Doğu sorunu genel olarak bir ulusallık sorunudur, özel olarak Kürt ulusallığı sorunudur” saptaması yapmıştı.
Ne acıdır ki, bilimsel bilgi üretimi ve düşünce mirasının sonraki kuşaklara aktarımı söz konusu olmayıp, zamanında yazılıp düşünülenler “suskunluk yasası”na mahkum olunca, nesnenin yeniden keşfi ve yeni bedeller ödenmesi kaçınılmaz olmaktaydı.
Kıvılcımlı, Osmanlı’da “Şark meselesi” dendiği zaman bunun "Çarlık Rusya'sı ile İngiliz emperyalizmi arasında Orta Asya pazarları üstüne başlayan rekabete kilit ve anahtar noktası, bugünkü Şark Vilayetlerinde, bir Ermenistan hükümeti veya muhtariyeti kurup kurmamak meselesi” olduğunu yazar.
Osmanlı imparatorluğunun Şark vilayetlerinde “Daha ziyade derebey, klan ve aşiret sistemleri içinde, dağınık, siyaset dışı bir kalabalık şeklinde” yaşayan Kürtlük ile; “Genellikle burjuvalaşan ve İstanbul, Trabzon gibi önemli ticaret merkezlerindeki kodaman sermaye ırktaşları ile sıkı sıkıya bağlı, İngiliz metalarını İran yaylasından İç Asya'ya taşımakla görevli bir küçük burjuva çoğunluğu üzerine kurulmuş bezirganlık manzumesi” diye tanımladığı Ermenilik olarak iki zümre olduğunu belirtir.
Emperyalistlerin dış kışkırtmalarıyla biraz daha alevlenen Kürt-Ermeni çelişkisinin özü milli ve dini farklılıklardan çok feodalite-burjuvazi çelişkisiydi.
“Osmanlı Avrupa’sında geniş çapta rol oynayan: Müslüman-Hıristiyan (derebeyi-burjuva) tezadı, daha ziyade tarihi ve mevzii şartlar yüzünden Şark vilayetlerinde, Balkanlardakinin aksine, ikincilerin mağlubiyetiyle halloldu.” Diyerek önemli bir saptama yapar.
Günümüzde ise “Doğu sorunu” dendiği zaman ise artık sadece Kürt sorunu anlaşılmaktadır. Çünkü “Ermeni sorunu hallolmuştur”!.. Ermeni sorununun nasıl “hallolduğunu” ise Kıvılcımlı şöyle açıklar:
"Meşrutiyet burjuvazisi "Şark Meselesi'nin tedhişi altında, ilk ve büyük tehlike olarak gördüğü Ermeniliğe çullandı. Zaten Osmanlı saltanatı içinde kalmış milletler içinde, -Balkanlar bir tarafa bırakılırsa- siyasi bilinç ve teşkilata kavuşmuş keskin metalipli (talepler ileri süren- y.n.) yığın Ermenilerdir. Meşrutiyet Burjuvazisi, birçok sahalarda olduğu gibi, Ermeni milliyetçiliğine karşı da derebeylikle el ele verdi. Elele verdiği derebeylik, öteden beri iki ayrı rejim zıddiyeti ile Ermeniliğe karşı tutulan Kürt derebeyliğiydi! İttihat ve Terakki devlet cihazı, illegal bir kararla başa geçti; Kürt derebeyleri milis teşkilatlar halinde silahlandırıldı, Türklükle Kürtlük, Ermenileri dünyada nadir görülmüş sinsi bir vahşet içinde katliama uğrattı. Fakat bu katliamdan Türk meşrutiyet burjuvazisi kadar ve belki ondan çok daha fazlasıyla istifade edenler Kürt derebeyleri oldu. Ve Kürdistan'da derebeylik biraz daha rakipsiz, çapul ettiği Ermeni mallarıyla biraz daha şişman oldu."[2]
Güncel tartışmalar bağlamında baktığımızda 1915 süreci için “soykırım” kavramı kullanılmaz; zaten “Soykırım” ve “etnik arındırma” kavramları o dönem henüz hukuk ve siyasi literatüre girmiş değildir. Buna karşılık bu kavram kullanılmaksızın Ermenilerin yok edilişi “dünyada nadir görülmüş sinsi bir vahşet ve katliam” olarak nitelendirmektedir. “Siyasal egemenliği elinde tutan Türk burjuvazisi, ekonomik olarak geri bir klan sistemi, Kürt aşiret ve beyleriyle el ele vererek, daha yüksek bir ekonomik gelişimi temsil eden Ermeniliğin hemen hemen Türkiye'deki kökünü kazıyabilmiştir.”
Kıvılcımlı’nın belirttiği olgular genel olarak doğru olmakla birlikte onu çizdiği çerçeve sorunludur. Soykırım İttihatçı Osmanlı yönetimi tarafından planlanan ve çok uluslu, çok etnikli bir toplumsal yapısı olan İmparatorluğu yakın vadede tek bir ulusa, Türk ulusuna dayalı bir ulus devlete çevirme projesidir. Sürgün ve soykırım Kürt-Ermeni çelişmesinde İttihatçı burjuvazinin Kürt feodalitesini tutarak Ermeni uluslaşmasını ortada kaldırması istikametinde değil; Bir Türk ulus devleti yaratmak üzere emperyalist savaşın sunduğu imkanları da acele seferber eden İttihat-Terakki yönetiminin Hıristiyan uluslara karşı açtığı yok etme seferberliğine Kürt feodalitesinin de iştahla katılıp, yararlanmış olmasıdır.
Zaten ortaya çıkan sonuca bakılınca görülür ki ortaya çıkan şey bütün etnik varlıkları reddeden sömürgeci bir Türk ulus devletidir: işbirlikçi Kürt feodalitesi de bu kalıba girmek istemedikçe bilediği kılıçtan nasibini yeterince almıştır.
Ermeni sorunu “çözüldü” mü ?
Kıvılcımlı artık bir Ermeni sorunu kalmadığını, Ermeni nüfusunun hemen hemen tamamen dışarıya transfer olduğunu, kalanların ciddi bir yoğunluk oluşturmadığını belirtiyor. Soykırımdan geri kalan bastırılmış Ermenilik konusunda oldukça önemli tespitler yapıyor:
“Bugün Şark vilayetlerinin “mesame”leri içinde gizlenip kalmış bir hayli Ermeni ırkından insan var. Fakat bunlar dinleri ile birlikte dillerini de kayıp ediyor ve hakim Kürt psikolojisi ve tesiri altında Kürtleşiyorlar.”
Kıvılcımlı’nın soykırım kayıplarına yer vermemesi, Ermeni tehciri uygulamasından söz etmemesi önemli bir noksanlık. Fakat sürgün ve soykırımla anavatanları dışına çıkarılmaları ve ait olmadıkları kimliklerin içinde yaşamak zorunda kalışlarının kendisini bir sorun olarak görmeyip, Ermeni sorunu çözüldü diyebilmesi oldukça vahim bir yanlış.
Ermenilerin çeşitli ülkelerdeki nüfus oranlarını verir ve çoğunlukla (%77.9) Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti’ne girdiklerini belirtir. “Genel olarak komünizm ve özel olarak Sovyet Devrimi, bütün uluslar davası gibi Ermenilik sorununu da fiilen çözmüş durumdadır” diyerek ideolojik gerçekliğe yaslanır. Sovyet Devrimi’nin “Ermenilik sorununu” çözdüğünü sanmak belki o günün koşulları ve bilgileriyle imanlı bir sosyalistin umut ve inancıyla açıklanabilir. Kıvılcımlı yaşasaydı, 90’lı yıllarda Sovyet Bürokrasisi çözüldüğünde ulusal çatışma ve sorunların adeta donduruldukları andaki şiddetle hayata geri döndüklerini görecekti.
Kıvılcımlı’nın tehcir ve kırım rakamlarıyla ilgili yanlış bilgileri olduğu görülüyor: “Bir defa sayıca Ermenilerin dörtte üçünden fazlası (%77,9) Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti'ne girmiştir. Böylece dünyada biricik işçi ve köylü devleti, Ermenilerin yurt sorununu kökünden çözmüş bulunuyor.” Derken soykırımın boyutlarından habersiz olduğu görünüyor.
Ermeni nüfusunun büyük bölümü doğu Ermenistan’a sığınmadı, yok edildi. Vahim olan ise bilginin yanlışlığının ötesinde, Ermenilerin kendi anavatanlarından zorla kovulmuş olmalarını bir “çözüm” olarak kabul etmesi. Böylece o Türkiye sınırları içinde sınıf hareketi geliştirebilecek yoğunlukta bir Ermeni emekçi kitlesinin kalmamasını, “emekçi sınıf yoksa sorun da yok!” gönül rahatlığıyla “işimize bakalım” diyerek içine sindirebiliyor.
Tarihsel Ermenistan’ın dışına atılmış Ermenilerin ulusal istemlerinin “burjuvazinin” çabaları olarak kötülenmesi ise, günümüzdeki “içerideki Ermeniler iyi, diaspora Ermenileri kötü” söylemini bir hayli andırıyor.
Kıvılcımlı Ermeni katliamdan kurtulan Ermeni çalışkanlarını Sovyetler’in şefkatli ellerine teslim etmenin coşkusu içindedir. Diaspora Ermenileri arasındaki sınıf savaşında burjuvazi bizi ilgilendirmez, Türkiye’de de Ermeni emekçisi kalmadı, bu konu kapandı diyerek gerçekten kendini avutmuş gözükür.
Ne var ki Kıvılcımlı sadece Sovyetlerle ilgili yanılmakla kalmıyor, Sovyet Devrimi dışında kalan asıl büyük Ermeniliğin yok edilmiş olmasını bir “çözüm” olarak görme vahameti de gösterebiliyor. Ermeni ulusu tarihsel anavatanının büyük bölümünden ya kırılarak, ya sürülerek, geri kalan “kılıç artıkları” da ebedi bir suskunluğa mahkum edilerek silinmişlerdi. Soykırım ve sürgün politikasını atlayarak bir “çözüm”den bahsedilebilir mi?
Kaldı ki tarihsel haksızlık, sürgün ve soykırım kurbanı mülteci uluslar sorunu ulusal sorunların büyük bir bölümünü oluşturur. Dünya gündemini meşgul eden Yahudi, Ermeni ve Filistin sorunları birer örnektir…
Kemalizm anti emperyalisttir yanılgısı
İhtiyat Kuvvet: Şark’ın önemli bir bölümü Kemalist burjuvazinin Kürdistan’da yürüttüğü sömürge siyasetinin eleştirisine, çözümlenmesine ayrılmıştır. Oldukça önemli tahlil ve tespitler içerir.
Kıvılcımlı Kemalist burjuvazinin anti-emperyalist olmakla birlikte bunun göreceli olduğunu ve ayrıca güvenilmez olduğunun da vurgulamaktan geri durmaz.”Türk burjuvazisinin emperyalizme düşmanlığı, koyunlarını komşusuna sağdırmak istemeyen mal sahibinin düşmanlığı gibidir.” Der ve sorar;
“Türk burjuvazisi yarı sömürgelikten bile kurtulduğunu iddia ediyor. Kürdistan halkı en beter sömürge baskısı altında inliyor. Acaba hangisi daha içten ve derinden emperyalizm düşmanı olabilir? Kuşku yok ki sömürge zulmüne en çok uğrayan halk...”
Buna karşı yine de Kemalist burjuvazinin anti-emperyalist cephede yer aldığını belirtir. “Fakat Türkiye işçi sınıfının örgütsüz ve zayıf davranışı, Türkiye'de ezilen azınlıkların emperyalizme dayanırcasına hareketi, Türk burjuvazisini ve Kemalizmi açıkça emperyalizm cephesine geçmekten sürekli olarak alakoydu.”
Kemalizmin en azından bir dönem için “ilerici, anti-emperyalist” bir karakter taşıdığı; azınlıkların (Rumlar ve Ermenilerin), Kürtlerin emperyalizmin oyunlarına alet oldukları görüşü; Kemalizm’in radikal eleştiricileri (Örneğin; Kıvılcımlı, Kaypakkaya) tarafından da kabul edilen ortak bir Türk sol görüşü gibidir. Bu noktada tüm Kemalist resmi tarihçilerle adeta bir ortak payda oluşmuştur.
Sosyalistler için bu zorlamanın temelinde Türk resmi görüşüyle uyuşma isteğinden ziyade Bolşeviklerle Kemalistlerin yaptıkları işbirliğinin ideolojik olarak savunma gayreti yatar. Bu gayreti Kıvılcımlı’da da görmek mümkün. Ve aslında diğer tahlillerinin mantıksal-metodolojik bütünlüğüne uymaz.
Kemalist hareket, Osmanlı asker-sivil bürokrasisinin İttihat-Terakki I. Dünya Savaşıyla yenilgiye uğrayınca, vaziyete el koyan ikinci ekibinden başka bir şey değildir. Yaptıkları şey “milli mücadele” idi ama ezilen bir ulusun anti-emperyalist mücadelesi değil; fetih, talan ve işgalle ele geçirilmiş yüzlerce yıllık Osmanlı İmparatorluk coğrafyasından güvenli bir “ulus devlet” çıkarabilmekti.
Dolayısıyla İttihat-Terakki’nin sürgün ve jenosidle zaten çok büyük oranda boşalttıkları “Mısak-ı Milli” sınırları içinde tekrar bir Rum ve Ermeni oluşumuna meydan vermemek için ellerinde, askeri, siyasi, diplomatik ne olanak varsa sonuna kadar kullanmalarıdır.
Bu bir ulusal kurtuluş savaşı değil, kendileri bu toprakların binlerce yıllık yerli halkları olan Rumlara karşı Ege illerinde ve Karadenizde; Ermenilere karşı Batı Ermenistan ve Kilikya’da; Nasturilere karşı Hakkari mıntıkasında yürütülen bir “temizlik” harekatıdır. Bu harekata Kürt feodal yapıları gibi ulusal önderlikler de önemli destek vermiştir.
Kemalistlerin savaştan çekilmiş Rusya’daki Bolşevik yönetimiyle işbirliği yapmaları ideolojik değil pragmatik bir tercihtir. Örneğin eski İttihatçılar da Bolşeviklerle içli dışlıydılar. Soykırım suçlusu Talat’a en yakın desteği Radek veriyordu; Enver Paşa ise Doğu Halkları Kurultayı’nın baş köşesine kurulmuştu bile!
Kürt ulusal hareketi ve Bolşevikler
Kıvılcımlı Kemalist burjuvaziyi güvenilmez bulsa da sonuçta “anti-emperyalist” safların içinde görürken Kürt ulusal hareketini ise o güne kadar karşı-devrim cephesinden ayrılamayan, emperyalizmin yedeğine giren bir hareket olarak değerlendirir.
Yeni gelişen Kürt Ulusçuluğunun ancak Bolşevik devrimiyle bağlaşıklık kurarak başarılı olabileceğini, ancak önderliğin bunu göremediği için Halifelik ve emperyalistlerle işbirliğine girerek kaybettiğini söyler. Oysa Kemalistler Bolşeviklerle aynı saflara katılarak devrimci bir rol oynadılar görüşünü savunur.
Bu tahlilerde de nesnel durumla örtüşmeyen birçok yan vardır. Kürt ulusçuluğunun önderleri Bolşevik devrimiyle ilişki kurmak istemediler değil görüşü yanlış. Ancak işbirliği tek yanlı olmaz. Şeyh Mehmudê Berzenci’nin bizzat Lenin’e gönderdiği yardım isteyen mektupları var. Bolşevikler güney sınırlarını emperyalist bir müdahaleye kapalı tutmak kaygısıyla Kemalist bürokrasi ile anlaşmayı tercih etmişlerdi. Kıvılcımlı, Bolşeviklere toz kondurmayı aklından bile geçirmediği için Kemalist bürokrasiye uzatılan elin eleştirisini değil övgüsünü yapıyor. Oysa Bolşevizm bayrağına tutunan Rus bürokrasisi, devrimi olabildiğince yaymayı değil, Rusya’nın eski sınırlarını stabilize edecek kertede sınırlamayı yeğledikleri için Kürt ve Ermeni ulusal hareketini değil, Osmanlı egemenliğini reorganize edecek olan Ankara hükümetini meşru yönetim olarak kabul etmişlerdi. Bolşevik yönetimi Kars ve Moskova (1921) anlaşmalarıyla Ermenistan ve Kürdistan’ın kaderini Kemalistlere çoktan hediye etmişti bile...
Kıvılcımlı Kürt ulusçuluğunun önderlik ve muhtevasıyla ilgili doğru tespitler yapmasına rağmen, Sovyet Dış politikasının daha o andan belli olan statükoculuğundan kaynaklanan, Kürtleri ittifak dışı tutmanın sorumluluğunu Kürt ulusal hareketinin yol bilmezliğine bağlıyor.
Sonuçta Kürt geleneksel önderlik ve sınıfları ikili/ikircikli bir tutum içinde oldular. Ve esas itibariyle Kemalist hareketi desteklediler. Kürt isyanları Kemalistler Rum ve Ermenileri kadim vatanlarından sürüp çıkarırken değil [1919/22 Koçgiri bir istisna] mutlak siyasi iktidarı ele geçirdikten sonra Kürtlük namına herhangi bir vaatlerini tutma niyetlerini olmadığı ortaya çıkınca patlak vermiştir. Bu çok önemli bir ayrımdır.
Bundandır ki Kürt ulusal hareketi, bütün ağır darbeleri Kemalizm’den yemiş olmasına rağmen, sağ veya sol bütün Kürt örgütlenmeler parti program ve bildirgelerinde “Türklerle-Kürtler omuz omuza kurtuluş savaşı yaptıklarından, cumhuriyeti beraber kurdukları”ndan övgüyle bahsetmişlerdir.
“Yedek Güç” teorisi
Sosyalist devrimlerle, ulusal kurtuluş mücadelelerini bağdaştırma çabası III.Enternasyonal döneminin başlıca sorunlarından biridir. “Proletarya devrimi” onun önderi olacağı düşünülen Avrupa’nın dışına kıyısına düşmüş, buna karşılık küçük-burjuva ve köylü yığınlarının devrimci enerjisini taşıyan ulusal kurtuluş mücadeleleri emperyalizmle çatışan biricik güç konumuna gelmişlerdir.. “Yedek güç” veya “ittifak” teorisi sosyalist önderlerin, proletaryadan bulamadıkları devrimci enerji ihtiyacını, ulusal kurtuluş mücadelelerinden sağlama zorunluluğundan ortaya çıkar.
1925 Diyarbakır ve 1927 Ağrı ayaklanmalarıyla ortaya çıkan Kürt ulusal devrimci potansiyeli Kıvılcımlı’yı “İhtiyat Kuvvet”i teorileştirmesinin itici gücü olmuştur diyebiliriz. Kıvılcımlı bu hareketlerin karşısında Kemalist burjuvazi yanında yer alan TKP’nin resmi görüşünün dışına çıkarak, bu potansiyelin devrim mücadelesine kanalize edilecek demokratik özüne işaret ederek stratejik bir ayrılık göstermektedir. Ona göre feodalitenin bu isyanların önünde görünmesi “denize düşen yılana sarılır” misali mazlum Kürt emekçilerinin başka bir önderlik görememesiyle ilgilidir.
Kıvılcımlı, çalışmasının ana temasını bu potansiyele nasıl önderlik edilebileceği ve onu nasıl anlamak gerektiği üzerine inşa etmiştir.
Sınıf tahlilleri açısından belirleyici ayrım ise; Kürdistan’ın sosyo ekonomik ve toplumsal geri yapısını “feodal, yarı-feodal” gibi kapitalizm öncesi biçimlerle tanımlama eğilimine karşı, doğru bir yöntem olarak; Kürdistan’ın da dünya ekonomik sisteminin bir parçası olduğunu; zira kapitalizmin en yüksek aşaması olan emperyalizm çağında, bu sistemin dışında alanlar olamayacağını savunur. Zaten Kürdistan’ın bir “sömürge” olarak tespit edilmesinin sosyo-ekonomik ayaklarından biri de budur.
Kıvılcımlı, “Kaçakçılık”ı yasadışı bir kazanç, bir biçimde eşkıyalık ya da “kayıt dışı ekonomi” gibi hukuki terimlerle açıklayan çoğu sosyalist iktisatçının tersine; Kürdistan’ın iç bütünlüğü olan bir Pazarı olmasının kanıtı olarak değerlendirmektedir.
Kıvılcımlı bu çalışmasında o zamana kadar yapılmayan, 70 yıllara kadar da söz konusu edilmeyen biçimde Kürtleri bir ulus, Kürdistan’ı bir ülke, Kürt ulusal hareketini de sosyalist devrimin stratejik yedek gücü olarak değerlendiren ilk kişidir. Yani yalnız onu sosyolojik bir olgu olarak tanımakla kalmıyor; siyasal rolünü de tartışıyor.
Kıvılcımlı, Kürdistan’ın bütün parçalarındaki Kürt halkının kader birliğini gören ve gözeten bir anlayışı savunur. Türkiyeli sosyalist hareketlerin çok soğuk ve biraz da korkuyla baktıkları “diğer parçalardaki Kürtler!...” in bütünlük içinde ele alınması sorunu temel bir ilke olarak görür. Bu haliyle Kürdistanlı sosyalistlerin “Dört parçada tek parti” ve “bağımsız birleşik Kürdistan” şiarına daha yakın durur.
“Şu halde Kürdistan halkının kurtuluşu demek olan ayrı bir devlet oluşturmaya karar verme hakkı, … yalnız Türkiye'deki Kürtlerin değil, Doğu Balkanları üstünde parçalanmış olan bütün Kürtlüğün bir tek sosyal ve siyasal yapı halinde kurtuluşu demektir. Bu kurtuluşun idealleştirildiği gün, Irak ve Suriye'de Kürtleri, eski zamanın "koç başı" gibi sömürge halkına karşı tokuşturmakta çıkartan aynı olan emperyalizm, Kürtlükten layık olduğu silleyi yemiş olacaktır.”
Yedek güç teorisi, hayata geçirilmeye çalışıldığı pratiklerde de başarılı sonuçlar vermedi, pratikte doğrulanan bir gerçekliğe dönüşmedi. Ya sosyalist parti ve kadroların, enternasyonalist perspektiflerini unutarak sadece ulusal kurtuluş mücadelelerine angaje olmalarına; ya da genellik köylü veya küçükburjuva tabakalara dayanan ulusal hareketlere sosyalist devrim görevi yükleme gibi kaymalara neden oldu.
Günümüzde ise bu tartışma artık bir hayli eskimiştir.
Kıvılcımlı “İhtiyat Kuvvet”i terk mi etti?
Yazın konusunda oldukça üretken olan Kıvılcımlı’nın sonraki yazılarında ne Kürtlerden ne Ermenilerden ne de “İhtiyat Kuvvet: Milliyet”teki görüşlerinden hiç bahsetmemiş olması üzerinde durulması gereken bir husustur.
Acaba Kıvılcımlı, bu görüşlerinden vaz mı geçti; yoksa onları gündemleştirmeyi yararsız hatta zararlı mı buldu?
Dönemler arasında belirgin bir fark vardır.
Kıvılcımlı’nın en önemli örgütlenme pratiği olan Vatan Partisi’nin (1952 -57) ne fikriyatında, ne de fiiliyatında Kürtlerle ilgili en ufak bir ima bulunmaz. Tersine Komünistlerin ”vatan”ı yoktur ama VP, Türkiye haritasını bayraklaştırmıştır. Oysa 1930’larda yazılanların ufkuna bakılacak olursa, 1965’de TİP’in “doğulu sosyalistlerle” kurmayı başardığı birlikteliği, çok önceden Vatan Partisi kurmuş olmalıydı.
Kıvılcımlı 60’lı yılların sonlarına doğru verdiği seminerlerde kendisine Kürt meselesinin, halklar meselesinin hatırlatılması ve tartışmaya çekilmesine büyük tepki verdiği gözlenir. Kıvılcımlı burada açıkça Kürt sorununu ötelemesinin temelinde, Orduyu ürkütmemek olduğunu kendisi açıklar.
“‘Türkiye Halkları’ lafı altında açık seçik provokasyon yattığını nefesim tükeninceye dek ben açıkladım. En çok bana içerledikleri saklanamadı. Ordunun geniş tarafsız yığını “Kürtlük” umacısı ile ürkütülerek, ‘Vatan bölünüyor’ çığlığı altında faşizme çekilecekti.”[3]
30’larda Kürdistan’ı devrimin stratejik alanlarından bir olarak gören Kıvılcımlı, 1970’de Aydınlık dergisine yazdığı bir makalesinde Diyarbakır’ı “karşı devrimin” gelişeceği bir merkez olarak görmektedir.
“Türkiye'de finans-kapital her şeyden önce Karşı-Devrimi organize etmekle görevlidir. … Bu dış - devrimin de 2 stratejik şehrini seçmiştir: ADANA - DİYARBAKIR... Bu iki Şehrin mihveri, Arapça - Kürtçe konuşan Türklerin mihveridir. Amerikan emperyalizmi, eski İngiliz casusluğunun izinden yürüyerek, devrimci Türkiye'yi o mihvere basarak ikiye parçalamak yolunu daha açıkça ortaya koyamazdı.”[4]
Kıvılcımlı’nın Kürt ve Arap ulusları diye eşyanın adını vermekten kaçınarak “Arapça-Kürtçe konuşan Türkler” tanımı yaptığı ve buna “potansiyel emperyalizm işbirlikçileri” iması yüklediği görülür. Cumhuriyet tarihi boyunca, sömürge siyasetinin, darbelerin karargahı olan Kemalist bürokrasinin mabedi Ankara ise “devrimci bir merkez” olarak sayılmaktadır. “Devrimci Türkiye”nin ikiye bölünmesi tehlikesinden söz etmektedir!
Dikkatli bir biçimde bakıldığında Kıvılcımlı’nın görüşlerinin esaslı biçimde değişmediği görülür: O, 1930’larda da Kemalist burjuvaziyi güvenilmez bulsa da “anti-emperyalist” safların içinde görüyordu zaten. “Ordu Mustafa Kemali’in izinden gidiyor, Enver’in değil...,” derken; Ordu’nun “Tarihsel devrimci” bir rol oynamakta olduğunu ima eder.
Kürt ulusal hareketini de yine / zaten 1930’lu yıllarda “ o güne kadar karşı-devrim cephesinden ayrılamayan, emperyalizmin yedeğine giren bir kafasızlıkla malul görmekteydi. O halde değişen şey, Kıvılcımlı’nın Kürt ulusal hareketinin sosyalist bir devrime yedeklenmesinden umudunu kestiği, artık bunu olası görmediği olabilir.
Ağabey-Kardeş ilişkisi
Kıvılcımlı’hın diğer bir öngörüsü ise Türk komünistlerinin “Ağabeyilik” yapması ile ilgiliydi. Kürt proletaryasının bir Kürdistan Komünist Partisi’ne ihtiyacı olduğunu “Fakat böyle bir örgütün kurulması için deyim yerindeyse, ağabeylik görevinin Türkiye Komünist Partisi'ne düştüğünü” söylemekteydi.
İlk bakışta dostça görünen bu söylemin özünde biraz tepeden bakma, “gelişkin ve ileri” Türk’ün, “geri ve cahil” Kürde akıl, yol yordam öğretmesi, ona kol kanat germesi gibi bir büyüklenme yattığı görülür. Bu aynı zamanda vesayeti ilişkisi anlamına da geliyor.
İlerleyen satırlarda Kıvılcımlı zaten bu yol gösterici, akıl öğretici, büyük abi olmanın yollarını da ayrıntılarıyla saymaktadır. Ne ki zaten çeşitli ulus proletaryaları arasında böyle bir hiyeraşik ilişki kurmak, ezen-ezilen, bağlı-bağımlı ulus ilişkilerinin bir başka düzlemde üretilmesinden başka bir anlama gelmez.
Doğrusu eşit bir ilişki; göz ve kulak mesafesinden bir diyalog olmasıdır. Her iki tarafın da birbirinden öğrenecekleri, öğretecekleri çok şey olacaktır. Böyle bir yol arkadaşlığı da zaten mevcuttur.
Neyseki Türk ve Kürt komünistleri arasındaki ilişki “ağabey-kardeş” meselesinden çok “kötü komşu insanı mal sahibi yapar” misaline benzedi ve Kürt sosyalistleri kendi yollarını kendileri buldu; kendi örgütlerini, mücadele araçlarını kendileri yarattılar.
15.12.2012
Berlin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder