29 Aralık 2012 Cumartesi

DEMİR KÜÇÜKAYDIN'NIN SEMPOZYUMA SUNACAĞI "KIVILCIMLI'NIN MARKSİZM'E KATKILARININ ELEŞTİREL DEĞERLENDİRMESİ" BAŞLIKLI YAZISI

Kıvılcımlı’nın Marksizm’e Katkılarının Eleştirel Değerlendirmesi

“Öz ve görünüm aynı olsaydı, bütün bilim gereksiz bir şey olurdu”
Marks
Kıvılcımlı’nın son yazıları okunduğunda, ilk bakışta, onun Brejnev’den adalet isteyen; Türkiye’ye  Sıkıyönetim mahkemelerine teslim olmaya gelen tipik bir Stalinist ve Türk Milliyetçisi olduğu hükmüne varılabilir.
Böyle birisinin Marksizm’e katkısından nasıl söz edilebilir?
Tezimiz, bu ilk izlenimin ve görünümün aksine, Kıvılcımlı’nın, Marksizm’e Marks-Engels sonrasında hiçbir Marksist’in yapmadığı ölçüde büyük ve önemli katkılar yaptığı ve onu geliştirdiğidir.
*
Kıvılcımlı’nın Marksizm’in gelişimine katkı yapıp yapmadığını ve yaptıysa ne gibi katkılar yaptığını ele alabilmek için, öncelikle Marksizm’in ne olduğunu ele almak gerekiyor.
Çünkü Kıvılcımlı’nın ilk ve en büyük katkısı, Marksizm’in doğru bir kavrayışına dayanması ve bunu fiilen savunmasıdır denebilir.
Marksizm'in nasıl tanımlandığı da sınıf mücadelesinin bir alanı ve aracıdır.
*
Marksizm’e göre Marksizm toplum ve tarih teorisidir[1].
Marks-Engels,  toplumu ve onun evrimini ele alan bir teori veya bilimi kurduklarını söylüyorlardı. Daha sonra “Tarihsel Maddecilik” denen teori, kelime olarak çevrilirse, Sosyoloji’dir.
Bugün “sosyoloji” denen ve Comte, Durkheim, Weber gibileriyle başlayan görüşlerin hepsi, özünde Marks ve Engels tarafından kurulmuş bulunan karşı mücadele için ortaya atılmış reaksiyoner ideolojilerdir[2].
Bu nedenle biz, alışılmış ve yaygın kullanımda sosyoloji olarak bilinenlere ve tanımlananlara  ideoloji diyoruz. Ve onlar tarafından bir  “ideoloji”, vs. olarak tanımlanan Marksizm’e ise Sosyoloji diyoruz.
Bu nedenle, Marksizm, Tarihsel Maddecilik ve Sosyoloji kavramlarıyla kastettiğimiz hep aynı bilimdir.
*
Marksizm’in, tarihini anlatan bir tek kitap bile yoktur[3]. İlk bakışta Marksizm tarihsizdir, kavramları hiç gelişmemiştir. İdeolojilerin tarihinin olmadığı önermesi adeta Marksizm’de somutlaşmış gibidir[4].
Marksizm önce bunu açıklama gibi bir görevle karşı karşıyadır: Niçin doğa bilimleri hızla muazzam yollar kat ederken kendisi neredeyse doğduğu yerde kalmıştır veya en azından öyle bir görünüm vardır?
Elbet burada söyle itirazları duyar gibi oluyoruz: “Ne demek Marksizm gelişmedi? İşte Lenin, Emperyalizm Teorisini geliştirdi” gibi Lenin’in Marksizm’e katkılarından söz edildiği görülür[5].
Lenin ve benzerleri, Marksizm’in temel kavramlarına bir bağlılığı temsil ederler, onları yaratıcı bir uygulamaya karşılık düşerler ama temel kavramlarda hiçbir gelişme ve ilerleme sağlamamışlardır. Onlar verili kavramlara dayanarak, yeni olguları açıklamışlardır.
Lenin’in ya da başkalarının, siyasi mücadelenin ya da sınıf mücadelesinin birçok sorununa ilişkin çözümler geliştirmiş olmaları, onların bu bilimin gelişimine katkılar yaptıkları anlamına gelmez.
Geceleri elektrik ampulü olmadan bir yaşam tasavvur edemeyiz bile, böylesine önemli bir yeri vardır Edison’un keşfinin. Ama bu, Edison’un fizik biliminin gelişimine hiçbir katkısı olmadığı gerçeğini zerrece değiştirmez.
Edison’un ampulü keşfetmesi için, elektrik akımı veya elektromanyetik güç konusunda yeni kavramlar ortaya koyması veya var olan kavramları geliştirmesi gerekmiyordu. Var olan kavramlar çerçevesi ve pratik ihtiyaçlar bu keşiflerin ortaya çıkmasına ve açıklanmasına yetiyordu. Bu nedenle fiziğin evrimini anlatan kitaplarda Edison’un adı bile anılmaz ama örneğin Faraday veya Maxwell anılmadan geçilemez.
Bir bilimin gelişimine katkı yapmak yeni kavramlar bulmak, var olan kavramları dakikleştirmek, eleştirip yeniden tanımlamak; yeni yasalar bulmak, bilenen yasaların sınırlarını göstermek vs.dir. Bu açıdan baktığımızda, Lenin’in Tarihsel Maddeciliğin hiçbir kavramanı eleştirip değiştirmeye veya yeni kavramlar koymaya kalktığını göremeyiz. Onun da böyle bir iddiası yoktur zaten.
Troçki’nin bir katkısından söz edilebilir ve edilmelidir. Katkısı: Marksist evrim kavrayışında, eşitsiz ve kombine bir gelişimi tanımlaması ve kullanması; bürokrasinin sınıf karakterinin tanımlanması gibi konularındadır.
Troçki, Batı dünyasının tanıdığı Marksistler arasında neredeyse tek istisnadır. Bütün eseri de tıpkı kurucularınki gibi tarihin ve toplumun gidişine ilişkindir. Bu tarih yirminci yüzyıl tarihinin ilk yarısıyla ilgilidir ve bu tarihin daha derinden kavranışı için kavramsal bir ilerleme de sağlamıştır.
Başka teorisyenler üzerinden yapılabilecek itiraza gelince, çok temel bir yanlış yaparlar: Marksizm bir sosyolojidir, felsefe değildir. Marksizm, felsefenin bittiğini ilan ederek; felsefeyi öldürerek doğmuştur[6].
Althusser’den Mao’ya ya da Negri’ye kadar Marksizm’i geliştirdiği söyleyenler, Marksizm’i bir felsefe olarak ele alırlar. Bunların tarihi ve toplumu ele alan bir tek sosyolojik yasayı, bir tek sosyolojik kavramı ele alıp eleştirip geliştirdikleri görülemez. Toplumsal olgulardan yola çıkarak fikirleri açıklamazlar; fikirlerden yola çıkarak toplumsal gidişi açıklamaya çalışırlar.
Onlar Marksizm’e katkı yapamazlar çünkü konuları Marksizm’le özdeş değildir. Hatta fiilen Marksizm’in en temel önermesinin, (düşüncenin varlığı değil, varlığın düşünceyi belirlediği) fiili bir inkarını temsil ederler. Hepsinin ardında şu gizli varsayım görülür: şu veya bu düşüncenin veya önermenin kabul edilmiş veya edilmemiş oluşu sonraki süreci belirlemiştir. Örneğin Ekim Devrimi’nin sonraki yozlaşmasının nedeni: geri bir ülkede devrim; devrimin yayılamayıp tecrit olması; savaş ve iç savaş sonucu tüm üretici güçlerin tahrip olup neredeyse yamyamlığa dönüş gibi gerçek maddi koşullar değil; Lenin’in örgüt teorisindeki şu ya da bu yanlışı veya örgüt içi demokrasiyi önemsememesi gibi, son duruşmada kimi yanlış düşünceler ya da yanlış kararlardır. Yani Marksizm’in kendisiyle mücadele ederek doğduğu ideoloji, Marksizm postu giyinerek karşımızda durmaktadır.
*
Toplumun hareket yasalarını ve tarihsel hareketi araştırmakla, yani Marksizm’le ilgisi olmayanlar Marksizm adına ortalığı doldurmuş bulunmaktadırlar. Bunların hepsinin temel paradigması anti-Marksist’tir. Sorun buradadır.
Kıvılcımlı, konusu Marks-Engels’in ortaya koyduğu bilimin konusuyla özdeş olan, yani Marks-Engels’in Marksizm tanımına uygun olarak bir takım kavramları geliştiren neredeyse biricik kişidir (Troçki de).
Bir yanda dünyadaki bütün diğer Marksist diye bilinenler, bir yanda da Hikmet Kıvılcımlı bulunmaktadır[7].
İşte Kıvılcımlı’nın öncelikle ve en büyük katkısı tarihin ve toplumun genel yasalarını, tarihsel ve toplumsal olgulardan yola çıkarak daha dakik ve derin olarak tanımlamaya çalışan neredeyse biricik Marksist olmasıdır.
Yaygın olarak Marksizm diye kabul gören her şeyi karşıya almak ve reddetmek gerekiyor. Böyle bir teşebbüsün bile çılgınlık olarak görüleceği çok açıktır.
Bunca Marksist filozof, düşünür hepsi yanlış da bir Kıvılcımlı mı yanlış değil?
Ne yazık ki gerçek budur?
Bizzat bu Sempozyum’a bakalım. Kıvılcımlı’nın neredeyse bütün eserleri tarih ve onun hareket yasaları ile ilgilidir. Ama sempozyuma sunulan bildirilerin neredeyse hiç birinin konusu bu değildir.
Bu sempozyumdaki bildirilerde de Kıvılcımlı politik düzlemde ya da felsefi düzlemde[8] ele alınmaktadır.
Onun teorik çalışmaları, politik duruş ve tezlerinin bir gerekçelendirilmesi gibi ele alınıp[9] hiç bir şekilde içeriklerine girilmemektedir.
Bu iki düzlem de Kıvılcımlı’nın esas teorik katkısını konu etmez. Kaldı ki, politik olarak Kıvılcımlı, Sovyetlerin çizgisini sadakatle izlemiş, ölünceye kadar da öyle kalmış bir Stalinist’tir. Felsefi olarak ise, didaktik kitaplar yazmak dışında fazla bir şey yapmamıştır ve böyle bir iddiası da yoktur. Ayrıca, Felsefe Marksizm (Sosyoloji) değildir.
Yani Kıvılcımlı’nın hangi başlık altında ve nasıl ele alındığı hiç de masum bir seçim değildir. Kıvılcımlıyı felsefe ve politika düzeyinde tartışmak, Marksizm’i bir politika öğretisi veya bir felsefe olarak tanımlayarak, Marksizm’in ne olduğunu ve konusunu çarpıtmaktan başka bir anlama gelmemektedir.
Öncelikle yanlış olan bildirilerin içerikleri bir yana, konularıdır ve onu tartıştıkları felsefi ve politik düzlemdir. Bunların başlıklarını ve konularını eleştirmeden içerikleri üzerine bir tartışmaya girmek, zımnen onları onaylamak anlamına da gelir. Yanlış bir hayatın doğru yaşanamayacağı gibi yanlış sorulara doğru cevaplar verilemez.
*
Bir bilimin evrimi, son duruşmada kavramlarının evrimidir. Kimi kavramların ortaya çıkışı, kimilerinin anlamının dakikleşmesi, farklı anlamların birbirinden ayrılması, kimi kavramların terk edilmesidir.
Elbette bu kavramlar da kendi içlerinde bir hiyerarşi içinde bulunurlar.
Fiziğin evrimini anlatmak,  zaman, mekan, kütle, ağırlık, hız gibi kavramların evrimini anlatmaktır.
Peki, sosyolojide ya da Marksizm’de durum nedir?
Marksizm’de de elbet bir takım temel kavramlar vardır bütün diğer kavramların üzerinde yükseldiği. Ne var ki, Tarihsel maddeciliği veya Marksizm’i, kavramların tarihi olarak anlatan bir tek kitap bile yoktur. Esas sorun buradadır.
Ama bunda bir sorun görülmemesi bundan da daha korkunç bir sorundur.
Marksizm’in, kavramların tarihi olarak bir tarihi yazılmamıştır.
Marksizm'in bir tarihinin yokluğu ile Marksizm’in bir felsefe veya politika öğretisi veya ekonomi politik olarak kavranışı arasında kopmaz bir bağ vardır.
Böylece şöyle bir fasit daire ortaya çıkmaktadır. Marksizm’le aynı konuda neredeyse bir tek Kıvılcımlı yazdığına göre:  Marksizm’in tarihi Kıvılcımlı bilinmeden yazılamaz. Ama Marksizm’in tarihi bilinmeden de Kıvılcımlı’nın bu tarihteki yeri ve katkıları konu edilemez.
Bu noktada çok ilginç ve kabul etmesi çok zor ve sarsıcı şu sonuç ortaya çıkmaktadır. Kıvılcımlı, Marks ve Engels’ten sonra, tüm insanlık tarihini sorun yaparak bu gidiş hakkında genellemeler yapmış tek Marksist’tir. Bizzat onun bu özelliği, yaptığı katkının içeriğinden veya içeriğe ilişkin katkı yapıp yapmadığından bağımsız olarak ilk büyük katkısıdır.
*
Şimdi Marksizm’in temel kavramlarına ve Kıvılcımlı’nın buradaki önemli katkılarına bakabiliriz.
Temel kavramlar neler?
Üretici güçler, üretim ilişkileri, altyapı, üstyapı, mülkiyet ilişkileri, sınıflar, devlet, ideoloji, politika, kültür, sanat, bilim, ahlak, hukuk, din vs.[10].
Bu kavramlar toplumsal olgulardan çıkmıştır ve toplumun yapısını ve gidişini açıklamaya yöneliktirler. Dolayısıyla yine bizzat toplumun tarihinde sınanabilirler doğrulanabilir veya yanlışlanabilirler.
Mark ve Engels’in tarih ve toplum teorilerini sürekli olarak olaylarla sınarlar.
Engels yazıyor:
Marx'ın bu yapıtı (Fransa’da sınıf Mücadeleleri), onun, kendi materyalist anlayışı ile ve giderek durumun içerdiği verilerin yardımı ile çağdaş tarihin bir parçasını açıklama yolunda ilk girişimi oldu. Komünist Manifesto'da, teori, bütün modern tarihin bir taslağını yapmak için kullanılmıştı, Marx ve ben, Neue Rheinische Zeitung'un yayınladığı makalelerimizde, teoriyi, anın siyasal olaylarını yorumlamak için kullanmıştık.” (F. Engels, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri’ne Giriş)
Marks Engels gerçekten teorilerinin bir kontrolünü yapmaktadırlar buralarda. Örneğin Engels şöyle diyor: “Ve işte, bu tarih, Marx'ın, kendi yasasını denemesine, sınavdan geçirmesine yardımcı olmuştur ve otuz üç yıl sonra bile, Marx'ın yasasının bu sınavdan parlak bir şekilde geçtiğini teslim etmemiz gerekiyor.” (Vurgular bizim, Engels, 18 Brumaire, Engels’in Üçüncü Almanca Baskı’ya Önsözü.)
Onlar ciddi bilim adamlarıdır, ciddi devrimcilerdir. Kendi teorilerini sürekli yeni bilgilerin ışığında kontrol etme gibi bir dertleri vardır. Örneğin Morgan’ın çalışmalarıyla karşılaşınca doğrulandıklarını görüler. Engels şöyle yazar:
“Bu kitap, deyim yerindeyse, bir vasiyetin yerine getirilmesidir. Hiç kimse Karl Marx kadar, kendi -bir dereceye kadar bizim de diyebilirim- materyalist tarih irdelemesi sonuçlarıyla ilişki kurarak, Morgan'ın araştırmalarından çıkan yargıları açıklamak ve bunların büyük önemini ortaya koymak istemezdi. Gerçekten, Morgan, Marx'ın kırk yıl önce keşfetmiş bulunduğu materyalist tarih görüşünü, Amerika'da, kendi alanında yeniden keşfetmiş ve bu durum, onu, barbarlık ile uygarlık arasındaki karşılaştırma konusunda, belli başlı noktalar üzerinde Marx'la aynı sonuçlara varmaya götürmüştü.” (Engels, Ailenin.., Birinci Baskının Önsözü)
Sonraki Marksistlerin yapmaları gerekenler nelerdir?
a)      Bizzat Marks-Engels’in ele aldıkları dönemlere ilişkin verilerde değişmeler olabilir. Bu yeni biriken bilgiler ışığında Marks-Engels’in çalışmalarının ve sonuçlarının kontrolü gerekir.
b)     Marks Engels çok sınırlı bir alandan bu sonuçlara ulaşmışlardır. Avrupa ve sonuçta birkaç yüzyıllık Avrupa tarihi. Koca bir dünya ve sadece uygarlıkla bile sınırlansa 7000 yıla ulaşan bir tarih dilimi söz konusudur. Bu yasalar bu tarihte sınanmalıdır. (Kıvılcımlı’nın yaptığı budur .)
c)      Marks-Engels’ten sonraki tarihte de (Yani 20. Yüzyılda ve günümüzde) sınama gerekir. (Kıvılcımlı ve Troçki birbirinden bağımızca, farklı sorunlara bağlı olarak ve benzer sonuçlara ulaşarak bir ölçüde bunu yapmışlardır.)
Yani derinliğine, geçmişe ve geleceğe yönelik sürekli bir kontrol ve sınama gerekir. Marksizm’den ve gelişiminden ancak bunlar yapıldığında söz edebiliriz.
Kıvılcımlı ve Troçki hariç, şu her yerde Marksist diye kabul edilenlerin çalışmalarına bakılırsa, böyle bir çaba ve kaygı, böyle bir sistemli çalışma yoktur.
Peki, Kıvılcımlı haricinde neler yapılmıştır?
Batı Marksizm’inin yaptığı, özellikle sanat alanındaki çalışmalar ve Walter Benjamin’in tarih üzerin tezleri
Önü sonu hepsi budur.
*
Troçki, yirminci yüzyılın ilk yarısının iki çok temel yeni olgusunu hem öngörür hem açıklar: geri bir ülkede sosyalist devrim ve bürokratik karşı devrim ya da yozlaşma. Yirminci Yüzyılın, Sovyetlerin kuruluşu ve yıkılışıyla başlayıp ve bittiği kabul edilirse, yirminci yüzyılı Sovyetlere ilişkin tutarlı bir açıklama olmadan anlamak olanaksızdır.
Troçki, bu iki olguyu açıklayabilmek için: eşitsiz ve kombine bir evrim kavramı geliştirir; Marks’ın, hukukun ekonomiden ileri olamayacağı; yoksulluk temelinde sosyalizm olamayacağı önermesiyle birleştirir, böylece karşı devrimi açıklar ve iktidara gelen bürokrasinin niteliğini analiz için de sınıf kavramını geliştirir.
Bu anahtar ilerlemeler üzerinden özellikle iki savaş arasındaki dönemdeki sınıf mücadelelerini ve gelişmeleri anlama olanağını yaratır. Kıvılcımlı ise burada tam bir Stalinist’tir.
Kıvılcımlı’nın katkısı ise, adeta Troçki’nin bittiği yerde başlayıp, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemi açıklamanın kavramsal aralarını sunar. Savaş sonrasının en önemli özelliği, devrimci mücadelenin “üçüncü dünya”ya kayması ve az gelişmenin gelişmesidir.
Marks, ileri bir ülke geri bir ülkeye geleceğini gösterir diyordu. Ama Yirminci yüzyılda ileri ülkeler geri ülkelere geleceğini göstermiyordu. Çünkü az gelişmenin gelişmesi diye bir olgu görülüyordu. Troçki’nin konusu geç gelmenin avantajları idiyse, Kıvılcımlı’nın konusu geç kalmanın dezavantajları olmuştu.
Kıvılcımlı bunu açıklayabilmek için farklı üretim biçimlerinin ve sınıfların simbiyoz ilişkiye girişlerini; “etle tırnak gibi” oluşlarını ele alarak, evrim kavramında eşitsiz ve kombine gelişmeden öteye bir adım daha atar. Artık zaman içinde birbirini izleyen üretim biçimleri veya sınıflar birbirinin yerini almazlar sadece; aynı zamanda bir arada var olurlar ve birbirlerini güçlendirip bambaşka bir sistem oluştururlar. Bu alt üst edici bir bakıştır ve çok önemli programatik, stratejik sonuçları vardır.
Bunu “Tarihsel Maddeciliğin Tarihine Katkı” adlı çalışmamızda uzun uzun açıkladık. Kıvılcımlı’nın yaptığı bu metodolojik ilerlemenin programatik sonuçları kavranışını kolaylaştırabilir.
Marks’ın formülasyonundan çıkacak sonuç, yarı feodal bir ülkede, devrimin demokratik bir karakterinin olacağıydı; Sosyalist devrim, ancak kapitalist ve gelişmiş bir ülkede olabilirdi; çünkü üretici güçlerin gelişmesi en çok orada kapitalizmle çelişki içinde olabilirdi.
Troçki’nin katkısı olan eşitsiz ve bileşik gelişme yasasından çıkar sonuç, yarı feodal bir ülkede de devrimin sosyalist bir devrim olabileceğiydi.
Kıvılcımlı’nın farklı üretim biçimlerinin ve sınıfların kaynaşması yasasından çıkan sonuç ise, pek ala Kapitalist, hatta finans-kapital’in egemen olduğu bir ülkede, kapitalizm öncesi ilişkiler ve sınıflar da aynı zamanda güçlendirdiğinden, devrimin görevlerinin demokratik karakterde olması gerektiğiydi.
Kıvılcımlı’nın bu katkısı bir başka katkıyı daha içinde taşır: bu üretim ya da toplum biçimlerinin, kendi öz niteliklerini değiştirmeden o nitelikleri içinde bir evrim geçirmeleridir.
Örneğin klasik şemada komün ya da ilkel sosyalizm çok eskilerde kalmış, yazılı ve modern tarihte esamisi okunmayacak bir aşama olarak görülür.
Ama uygarlığın kullandığı üretici güçler bir kere keşfedilip uygarlık tarafından yaygınlaştırılınca, komün bunları alıp komün olarak da kullanabilir. Komün, tunç ya da demiri kullandığız için, hemen uygarlığa geçmez; tunç ve demiri kullanan, emek üretkenliği çok daha yüksek bir komüne dönüşür. Amerikan yerlileri, modern fabrikalarda üretilmiş tüfekleri kullandıklarında kapitalizme geçmezler, tüfek kullanan komünler olarak var olmaya devam ederler.
Komün böylece, hem uygarlığa karşı daha büyük bir direnme gücü kazanır, hem de uygarlığı daha büyük ölçüde etkileme ve değiştirme gücü. Troçki’nin de değindiği ve kısmen Rusya’nın modern görünümünün ardındaki arkaik özellikleri açıklamakta kullandığı bir yöntemdir bu.
Bu türün kendi içinde evrim, sadece komün için değil, uygarlıklar için de geçerlidir. Antik uygarlıklar, kapitalizmin geliştirdiği teknik olanaklarla donandıklarında arkaik niteliklerini yitirmezler. Bugünün Türkiye’sinin ve bütün eski uygarlık beşiklerinin toplumsal yapısını anlamak için temel metodolojik yaklaşımdır bu.
Bu metodolojik katkı sayesinde, açıklanması sorun gibi görünen olaylar da açıklanma olanağı bulur. Komün değişerek yaşamaya devam ediyorsa, kapitalizme, kölecilikten sonra gelen bir feodalizmden, yani komünün iki basamak üstünden değil; doğrudan komünden geçilebilir olur. Bu da evrim kavrayışında muazzam bir altüstlük demektir. İlkel-köleci-feodal-kapitalist  Prokrutes yataklarının havaya uçurulması demektir. Kıvılcımlı’nın yaptığı tam da budur.
*
Kıvılcımlı’nın farklı toplumların ve üretim biçimlerinin kaynaşması; yani eklemlenmesi metodolojik yaklaşımı, yirminci yüzyılın sonlarında gündeme gelen; Yeni Sosyal Hareketler ve onları yaratan problemleri de açıklamak için gerekli kavramsal temeli de sağlar.
Bu hareketlerin varlığı, kapitalizmin kendi soyut hareketinden çıkarılamazdı; ancak Kıvılcımlı’nın farklı üretim biçimlerinin kaynaşması yaklaşımı; kapitalin gerçek tarihsel hareketini açıklamakta da kullanılabilirdi.
Aslında Kurtuluş savaşları da kapitalizmin gerçek tarihsel hareketinin; kapitalist bir çevreden kapitalist olmayan bir çevreye yayılışının sonucu olarak ortaya çıkıyorlardı. Aynı metodolojiyle pek ala örneğin bir Kadın hareketinin var oluş koşulları da aydınlatılabiliyordu[11].
Özetle, Kıvılcımlı’nın sadece bu iki katkısı bile (farklı üretim biçimlerinin karşılıklı simbiyoz yaşamı ve buna bağlı olarak Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi) devasa metodolojik katkılardır. Az Gelişmişliğin Gelişmesi ve Yeni Sosyal Hareketler gibi çok önemli olguları Marksizm’in kavram sistemi içinde, onu geliştirerek, tutarlı bir şekilde açıklama olanağı sunar.
*
Kıvılcımlının ilgisi sadece İkinci Savaş sonrasıyla sınırlı değildir. Marks-Engels’in izinden giderek, tüm antik tarihi, yani Sümerlerden ta Kapitalizmin doğuşuna kadarki 7000 yıllık tarihi ve sadece Avrupa’yı değil, Çin’den Magrip’e kadar neredeyse tüm uygarlıkları konu edinir.
Zamandaki ve mekandaki bu devasa genişleme bu kadarla da kalmaz, tıpkı Engels gibi uygarlık öncesi tarihe ve Maymun’dan insana geçiş sürecine de uzar. Böylece on binlerce yıllık bir zamanda ve neredeyse tüm yeryüzü ölçüsünde teorinin açıklamada kullanılması ve kontrolü; yetersiz noktalarda geliştirilmesi gereği ve olanağı ortaya çıkar.
Böylesine kapsamlı bir işe girişmiş dünyada ikinci bir Marksist yoktur.
Kıvılcımlı, bu çalışmalarında, birbirinden değerli, onlarca ikinci dereceden önemli olarak tanımlanabilecek keşif yapar.
Kapitalizm’e kadar Medeniyet’in teknik bir ilerlemeye yol açmamasından, sınıf mücadelesinin bir aracı olan devletin sınıflardan önce ortaya çıkıp kendisinin bir egemen sınıfa dönüşümüne ve sınıfları ortaya çıkarışına; Hindistan’da kast sisteminin varlığının nedenlerinden; Haçlı Seferlerinin bir barbar akını olduğuna veya barbar akınlarının ticaret yolları boyunca geçip bu yolları açtığına veya kahinlerin stratej danışmanlar olduklarına kadar saymakla bitmeyecek, hiçbir Marksistin ele almadığı onlarca, yüzlerce olguyu, süreci ele alır ve bunlara ilişkin açıklamalar sunar.
Keza İnsanın oluşması sürecinde ateşin önemini ortaya çıkarmaktan; insan psikolojisinin oluşumuna kadar, hemen hemen hiçbir Marksistin kafa yorup bir şeyler yazmadığı konularda bir yığın dahiyane gözlemlerde bulunur; cesur genellemeler yapar.
Bunların her biri ayrı bir kitap ve araştırmanın konusu olacak tezler ve keşiflerdir.
Ama sadece bu kadar da değildir. Öylesine geçer ayak söylenmiş gibi onlarca, yüzlerce son derece aydınlatıcı ve düşündürücü değinmeler, gözlemler de vardır. Örneğin, “Allah’ı keşfedişimiz şunun şurası çok yenidir” der. “Bu memleket sahipsiz kaldı”dan; “Peygamberlerin sonuncusuyum”a kadar önemsiz, hatta saçma gibi görünen sözlerin ardındaki derin anlamları açığa çıkarır.
Bütün bu konular ve alanlarda neredeyse tüm dünyada biricik olarak kalır.
*
Elbette tüm bu antik tarihi ele alış onu Marksizmin temel kavramlarında, özellikle Üretici Güçler teorisinde çok daha köklü ve derin değişikliklere zorlamıştır. Kişisel kanımız bu çabasının başarısızlıkla sonuçlandığıdır.
Bu girişim ve başarısızlığını “Marksizm’de Yapı ve Özne Çelişkisi – Kıvılcımlı’nın Katkıları ve Eleştirisi” adlı yazımızda ayrıntılarıyla ele almıştık. Temel hatası, Marks’ın izinden giderek, Cansız üretici güçler devrim yapamayacağına göre, belli bir özneyi üretici güç olarak tanımlayarak yapı ve özne çelişkisini çözmeye kalkmasıdır. Marks bu bağlantıyı, “Devrimci sınıf en büyük üretici güçtür” önermesiyle kurmuştu. Antik tarihte benzerini yapmak için, komünü bir özne haline getirmek; bunun için de onu bir Üretici Güç olarak tanımlamak gerekiyordu. Bunu gelenek ve kolektif aksiyonu üretici güç olarak tanımlayarak, dolayısıyla üretici güçleri yeniden tanımlayarak  yapmayı denedi.
Bu çaba başarısız olmakla birlikte, sorunu gördüğü; doğru koyduğu ve eşi benzeri bulunmayan devasa bir çalışma olduğu, Marks’ın yaptığı yolla özne ve yapı çelişkisini aşmaya kalkmanın bir çıkmaz sokak olduğunu  gösterdiği için, yine de tersinden bir katkı olarak kabul edilebilir.
Kıvılcımlı’nın tek başarısızlığı bu değildir. Tıpkı Engels gibi, Maymundan insana geçiş sürecinde de teoriyi sınar ve geliştirme denemeleri yapar.
Ama bizce bu çabası da başarısızdır. Orada da Toplum ve İnsan oluşu özdeşleştirerek, birbirine bağlayarak; olgular tarafından hiçbir şekilde doğrulanmayacak çıkarsamalar yapar.
Bütün bu başarısızlıkların temelinde, Marks-Engels’in ortaya koydukları biçimiyle, teorinin çok temel bir yanlışı bulunmaktadır. Toplum’un ve Toplum’un somut var oluş biçiminin ne olduğuna ilişkin bir soru ve kavram bile bulunmaması, bunun da temelinde Dinin ne olduğu hakkındaki tamamen yanlış, Aydınlanma’nın din kavramına dayanan bir anlayış.
Bu temel metodolojik yanlış da aslında bir topluluğun ya da somut bir toplumun şekillenmesinin aracı olan ahlaki veya hukuki kavramalarla, yani normatif kavramlarla; toplumsal gerçeği anlamaya yarayan analitik kavramların ayrımının yapılmamasına dayanmaktadır.
Bunu ayıramayan Marksizm, Aydınlanma’nın modern toplumun örgütlenmesinin ya da dininin temelini oluşturan din kavramını sanki analitik bir kavram gibi alıp kullanması sonucu tarihi ve toplumu açıklayamaz kalmıştır.
*
Kıvılcımlı, bunun aşılabilmesi ve Marksizm'in Aydınlanmanın din kavramının dışına çıkabilmesi için, muazzam bir birikim yapmış olmasına rağmen, sıçramayı başaramamıştır.
Kıvılcımlı’nın Aydınlanmanın Din kavramını onun iki anlamında da havaya uçurmuştur.
Aydınlanma Din’e “İnanç” der[12]. İnanç kavramı epistemolojik ve hukuki iki anlamda kullanılır.
Aydınlanma epistemolojik olarak dini  “inanç” olarak tanımlayarak, onu akli olmayan, akıl dışı, olarak tanımlamış oluyordu.
Kıvılcımlı, Aydınlanma tarafından, epistemolojik anlamıyla akıl dışı olarak tanımlanmış dinin aslında tamamen rasyonel, akli olduğunu gösterir.
Allah’ın sıfatlarından, Cennet’e, ya da Muhammet’in son peygamber olduğuna kadar dinsel metinleri yorumlayan bütün yazıları, Aydınlanma’nın inanç ve akıl dışı diyerek bir kenara attıklarının rasyonel çekirdeğini ortaya çıkarmaktaydı. Bu Aydınlanma’nın din kavrayışına birinci öldürücü darbeydi.
(Batı Marksizmi ya da Eleştirel Teori (Adorno), tersi yoldan giderek, Kıvılcımlı’ya hiçbir zaman görmediği ve göremeyeceği bir el uzatıyordu: Modern Toplum’un aklının araçsal akıl olduğunu göstererek; akli olanın akıl dışı olduğunu gösteriyordu. Ancak bu iki katkı birbirinden habersiz kaldı ve “konvergenz” (yakınlaşma) bir buluşmayla sonuçlanmadı.)
Aydınlanma’nın dini tanımladığı İnancın ikinci anlamı hukukiydi. Özele ilişkin; politik olmayan anlamındaydı.
Kıvılcımlı, somut toplumları incelediğinde de, örneğin Osmanlı Tarihinde, dinin “öteki dünyaya” ya da politika dışı olana, özele ilişkin bir kategori olmadığını; toplumu ve toplumsal ilişkileri siyasi, iktisadi, hukuki, ahlaki vs. olarak düzenleyen bir kategori olduğunu gösteriyordu. Bu da Aydınlanmanın din kavramına ikinci öldürücü darbeydi.
(Ulusun din olduğunu görmenin kıyısına gelen modern Ulus ve Ulusçuluk teorileri, tıpkı öbür uçtan yola çıkarak akli olanın akıl dışılığını gösteren Eleştirel Teori gibi Kıvılcımlı’nın sonuçlarına el uzatıyordu.  Ama bu “konvergenz” de iki taraf için bilinmez kaldı.)
Özetle Kıvılcımlı’nın çalışmalarıyla, dinin inanç olduğuna ilişkin Aydınlanma tanımı, hem epistemolojik hem de hukuki anlamıyla geçersizleşmiş, somut olarak tersi kanıtlanmış oluyordu.
Ama Kıvılcımlı, bu fiili sonucu bir teorik çıkarsamayla taçlandırıp bir genelleme düzeyine ulaşamıyordu bir türlü.
Kıvılcımlı’nın bu alandaki çalışmaları, onun Marksizm’in gelişimindeki en önemli katkısını oluştururlar.
Ancak bu katkılar en gerici, ulusu bir dille, tarihle tanımlayan ulusçuluk anlayışının içinde sunulurlar. Osmanlı Tarihinin Maddesi bu bakımdan ibret vericidir. Orta Asya’dan gelmiş Türklüğe dayanan bir ulusçulukla, İslam’ın mülkiyet ilişkilerini düzenlediğine ilişkin, Aydınlanma’nın dini özelle tanımlayışını havaya uçuran sonuçlar aynı cümle içinde bir aradadırlar.
Kıvılcımlı bir Stalinist olarak, ulusu bir dil, din, etni, kültür vs. ile tanımlayan bir gerici ulusçudur. Bu, soğuk savaş döneminde Sovyetler’i savunmanın gerektirdiği taktiklerle de birleşince ortaya, bugün bir demokratın, bir devrimcinin kabul edemeyeceği bir dilin ve kavram sisteminin içine sinmiş olarak bu katkılar vardır.
Din üzerine çalışmalarından hareketle bir Marksist Devrim Teorisine ulaşması için yol, Stalinizmi ve Ulusçuluğu tarafından tıkanmıştır.
Peki, Tarih’teki devrimlerden giderek, devrimlerin din dönüşümleri olduğuna ve oradan da Aydınlanma’nın din kavramının eleştirisine, yani Marksist bir Din teorisine varamaz mıydı? Kendisinin esas konusu tam da bu kapitalizm öncesi devrimler değil miydi?
Burada ise Aydınlanma’nın politik olan-olmayan ayrımına dayanan Devrim kavramına hapsolmuşluk yolu tıkar.
Marksizm'in devrim kavramının çok temel bir yanılgısı vardır. Aydınlanma, özel ve politik ayrımına dayanan bir toplum yapısı şekillendirdiğinden, devrimi politik olana, devlet ve iktidara göre tanımlar. Yani Marksizmin devrim tanımı da, sosyolojik ya da analitik olmayan ve modern toplumu düzenleyen bir ayrıma dayanır.
Hâlbuki devrim her şeyden önce, üretici güçlerin ve ekonomik ilişkilerin gelişim derecesine uygun bir somut toplum ya da topluluk tanımı yapılması ve buna göre toplumun ve üstyapının yeniden şekillenmesidir. Devrim, toplumun somut bir biçiminden diğer bir biçimine geçiştir. Dinler her şeyden önce, somut toplulukların tanımları olduğu için, bir dinden diğer dine geçişler birer devrimdir.
Ama Kıvılcımlı devrimi devlet ve iktidara bağlayan tanıma bağlı olduğu için, antik tarihte devrim olarak sadece devletlerin yıkılış ve kuruluşlarını tanır. Dolayısıyla Tarihsel devrim kavramı; din değişimlerini değil; devletlerin kuruluş ve yıkılışlarını kapsar. Zaman zaman bu anlayışın sınırlarını zorladığı yerler de vardır ama hep o anlayışın içinde kalır.
Bütün antik uygarlıklardaki devletleri de hep istisnasız komünler kurup yıktıkları için aydınlanmanın dayandığı özel politik ayrımının ufku dışına çıkamaz ve devrimden hareketle de dine varamaz.
İnsanların kendilerini dönüştürerek, bir dinden diğer dine geçerek yeni topluluk tanımları ve özneler olarak ortaya çıktığını, bunun aynı zamanda yapı ve özne çelişkisini çözdüğünü; Marksizm’e kavramsal bir bütünlük kazandırdığını bir türlü göremez.
*
Tarihte ve bugün devrimleri barbarlar ya da sınıflar değil; yeni dinler yapar. Barbarlar ya da sınıflar o din çerçevesinde devlet kuruluş ve yıkılışlarını yapabilirler ama yeni bir dinin kurucuları olarak ortaya çıkmadıkları, yeni bir topluluk tanımı yapmadıkları sürece bütün değişiklikleri eski dinin çerçevesinde siyasi iktidar değişiklikleri olarak kalır ve gerçek bir devrim adını alamayacakları gibi gerçekten de köklü bir dönüşüm başaramazlar.
Mücadele eden sınıflar sınıf olarak kaldıkları; partiler (Tarikatlar) biçiminde örgütlendikleri sürece, devrim yapamazlar. Tarikatlar ya da partiler ancak yeni bir dine dönüştüklerinde gerçek devrimleri yapabilirler.
Tarikatlar (Partiler), var olan topluluklar (Dinler) içinde bölünmelerdir.
Dinler var olan topluluklarla (Dinlerle) bölünmelerdir.
Hıristiyanlık başlangıçta Yahudilik içinde bir partiydi. Esas mücadelesini, Yahudilik içinde bir parti olmaya karşı verdikten ve bunu kazanabildikten sonra çok farklı dinlerden insanları bir araya getirip bir devrim başarabilmişti. Aynı durum Aydınlanma için de geçerlidir.
Marksizm Manifesto’da tarihi sınıflar mücadelesi olarak tanımlar ve anlatırken, henüz bir devrim yapacak olgunluğa ulaşmamış olduğunu da ifade etmiş oluyordu bir bakıma.
Marksizm, tarihi bir dinler tarihi olarak anlattığında, bir devrimler tarihini anlatır ve devrimci bir parti haline, yani din haline gelebilir. Böyle olduğunda, Aydınlanma’nın din, toplum, devrim, bilim kavramlarını aşarak gerçekten bir bilim olur; bir bilim olduğunda tam anlamıyla yeni bir din olur. Din ve bilim ayrılıkları; öznel ve nesnel akıl zıtlıkları, yapı ve özne çelişkileri böylece son bulabilir.
6 Aralık 2012 Çarşamba
Demir Küçükaydın




[1]   “Nasıl ki Darwin organik doğanın gelişme yasasını bulduysa, Marx da insan tarihinin gelişme yasasını (…) buldu” (Engels, Karl Marks’ın Mezarı Başında Yapılan konuşma)
[2] “ “ Büyük Sosyologların” göstermeye çalıştıkları gibi, Sosyoloji, masum, saf ve ne olursa olsun "gerçek arayıcı" bir bilim değildir. Sosyoloji: 19. yüzyılda serbest rekabetçi kapitalizmin, 20. yüzyılda tekelci Finans-kapitalizmin emrindedir ve her ne pahasına olursa olsun, kapitalizmi haklı çıkarmak için kan teri dökenlerin uydurdukları yığınla tarikatlar mahşerine bugün Sosyoloji adı veriliyor.” (Kıvılcımlı, Metafizik Sosyolojiler)
[3] Perry Anderson’in Batı Marksizmi ve Tarihsel Maddeciliğin İzinde kitapları bir ölçüde sayılabilir ama o da kavramların gelişimini ele almaz. Tarihsel Maddeciliğin tarihi üzerine bildiğim tek deneme, yine kendimin yazdığı, “Marksizmin Marksist Eleştirisi”ne Önsöz olarak yazılmış “Tarihsel Maddeciliğin Tarihine Katkı”dır.
[4] İşin kötüsü yaygın olarak bilinen biçimiyle Marksizm, tam da bir ideolojidir; hem de zındık, eleştirel ve yaratıcı Marksizme karşı oluşturulmuş bir ideolojidir. Bu nedenle yaygın olarak bilinen Marksizm’in bir tarihi yoktur.
[5] Bunlar akıma göre de değişebilir Althusser’den Mao’ya ya da Negri’ye kadar çok farklı isimleri sayanlar vardır.
[6] “Demek ki, gerçek yaşamda, kurguculuğun bittiği yerde pozitif bilim; insanların pratik faaliyetinin, gösterdikleri pratik gelişme süreçlerinin ortaya konuluşu başlar. Bilinç konusundaki boş sözler biter, onların yerini gerçek bilgi almalıdır. Gerçeğin kendisi ortaya konduğunda, özerk felsefe varlık ortamını yitirir. Onun yerini, olsa olsa insanların gösterdikleri tarihsel gelişmenin gözlemlenmesinden çıkartılabilecek en genel sonuçların bir sentezi alabilir.” (Marks-Engels, Alman İdeolojisi)
[7] Burada “Batı Marksizmi”nin sanat ve estetik konusundaki çabalarını, Benjamin’in neredeyse biricik katkısını bir paranteze alıyoruz.
[8] Alişan Özdemir’in “Kıvılcımlı ve Diyalektik”; Çağdaş Balcı ve Uğuray Aydos’un “Marksist Bütünsellik ve Kıvılcımlı” bildirileri Kıvılcımlı’nın o muazzam sosyolojik çabasını konu bile etmezler. Bu yazı yazıldığında henüz gelmemiş olmakla birlikte, Metin Kayaoğlu’nun ve Ali Osman Alayoğlu’nun bildirilerinin de aynı nitelikte olacağı, daha önce Teori ve Politika dergisinde yazdıklarına dayanarak öngörülebilir. Felsefi olarak ele alırlar ve oradan günlük politikaya atlarlar. Marks-Engels’in öğretisi ve temel katkısı olan Toplumun gidiş yasaları ve bunların somut tarihte sınanması, yani Kıvılcımlı’nın tüm katkısının özü konu bile edilmez.
[9] Aydın Çubukçu örneğin, koca Tarih Tezi’ni tartışmaz bile, elinin tersiyle silip mahkum eder: “Dr. Hikmet Kıvılcımlı için belirleyici olan, Marksizm-Leninizm’in temel tezleri ve teorisi değildir. O, kendi geliştirdiği tarih yorumunu ve tarih tezini bunlardan daha belirleyici görmektedir.” Garbis Altınoğlu: “(Bu saptama da yazarın, burada ele alamayacağım Tarih Tezi'ne dayanmaktadır.)” der ve geçer. Tarih Tezi’ni önemli bir katkı olarak gördüğünü söyleyen Recep Maraşlı bile (kaldı ki onu da yanlış değerlendirmektedir) Tezi konu etmez. Geçerayak söyler.
[10] Bu kavramların neredeyse hepsi Önsöz’ün şu satırlarında zikredilir: “Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder. Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile —ki, bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir—, hukuki, siyasal, dini, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırdetmek gerekir. Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi gözönünde tutularak, bir hükme varılamaz, tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal (sayfa 609) üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir. İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar, çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar. Geniş çizgileriyle, asya üretim tarzı, antikçak, feodal ve modern burjuva üretim tarzları, toplumsal-ekonomik şekillenmenin ileriye doğru gelişen çağları olarak nitelendirilebilirler. Burjuva üretim ilişkileri toplumsal üretim sürecinin en son uzlaşmaz karşıtlıktaki biçimidir — bireysel bir karşıtlık anlamında değil, bireylerin toplumsal varlık koşullarından doğan bir karşıtlık anlamında; bununla birlikte burjuva toplumunun bağrında gelişen üretici güçler, aynı zamanda, bu karşıtlığı çözüme bağlayacak olan maddi koşulları yaratırlar. Demek ki, bu toplumsal oluşum ile, insan toplumunun tarih-öncesi sona ermiş olur.”
[11] Bu katkının ayrıntılı bir çözümlemesi yine “Tarihsel Maddeciliğin Tarihine Katkı” ve “Toplumsal Aidiyetler ve Sınıf Mücadelesinin İlişkileri” başlıklı yazılarımızda bulunabilir.
[12] Aslında sosyolojik olarak inanç diye bir kategori yoktur. Ama bunun sosyolojik bir kategori olmadığı bu güne kadar Marksist veya anti Marksist kimse tarafından sorgulanmış da değildir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder