Hikmet Kıvılcımlı’nın “Osmanlı Tarihinin Maddesi” Adlı Eserinin Değerlendirmesi
Giriş
Osmanlı tarihinin ardında yatan ve dokunanı cin çarpmışa çeviren ruh anlaşılmadan böyle bir tarihten bahsetmek mümkün değildir. Bundan ötürü, o tarihin ürünü olan günümüz Türkiye’sinin ekonomik, sosyolojik ve politik doğası üzerine yapılacak olan her ezbere, maddi herhangi bir anlam yüklemek de doğru değildir. Osmanlı tarihine dair solun takınmış bulunduğu üstenci, vurdumduymaz tavırdan rahatsız olan Kıvılcımlı, Osmanlı tarihinin bilinmeden Türkiye’ye dair herhangi bir açıklamanın getirilemeyeceğini belirterek, Türkiye Solunun bu konudaki eksiklerini (haklı olarak) eleştirmiştir. Bu ihtiyaçtan ötürü Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin ruhunu incelemeyi bir gereklilik olarak görmüştür.
Hikmet Kıvılcımlı’ ya göre Osmanlı tarihinin maddesi genellikle toprak ekonomisidir. Tüm antika medeniyetlerde olduğu gibi Osmanlı tarihinin de en son duruşmada belirlenişi, ekonomik tabanı üzerinde olmuştur.[1] Buna rağmen Kıvılcımlı, Osmanlı tarihine dair yapılacak bir çalışmayı ekonomik taban üzerinden izaha kalkışmışsa da olayın sosyal, politik, kültürel yanlarının da görmezden gelinmemesi gerektiğini belirtmiştir.
Ona göre, medeniyeti meydan getiren milletlerin ataları gibi, Türklerin ataları da ilkel-komünal toplumsal aşamadan geçmiştir. Fakat Türkler toprağa bağımlı olmayan savaşçı bir topluluk olduğu için fethettikleri yerlerin zenginliklerine (ama sadece buraların zenginlerinin ellerindekilerine) el koyarak, onları bu toplumun yoksul kölelerine dağıtmış ve dağıtılan toprakları da tahrir ederek bu insanların tasarrufuna vermişlerdir. Tüm anlatılar aslında Kıvılcımlı tarafından verilmek istenilen bir mesajın tekrarından öte bir anlam taşımamaktadır: “Türkler de kendi koşullarının ürünü olacak sömürü-sömürülen ilişkisini yaşamışlardır.” Türklerin, İslam dinini kabul etmeleri ile birlikte sahip oldukları mülkiyet düşüncesi de pekiştirmiştir.
Kıvılcımlı haklı olarak, Osmanlı tarihini sadece bir müze tarihi olarak ele almamış, bu tarihin içinde, bulunduğumuz dönemin yaşantısı açısından gelenek ve göreneğin izlerini sürmüştür. Söz konusu tarihin güncelleşmesinin üç önemli gerekçesini de, “Bizans, İslam ve Osmanlı” yıkılışlarında aramıştır. Bu karakterleri ile her üç yıkılışın birbirleriyle ilişki-çelişkileri ve etki-tepkileri çok büyük olmuştur. Bu ilişkiselliğin anlaşılabilmesi de “Osmanlının batış felsefesi, Osmanlı-Bizans ve İslam bağlantısının anlaşılmasından geçer.
Medeniyetler Mirası Bir Devlet: Osmanlı
Kıvılcımlı Osmanlıyı ikisi de çöken, iki kadim orijinal medeniyetin (Roma ve İslam) yıkıntılarından doğmuş yepyeni bir sentez olarak değerlendirmiştir. İslâm’dan, onun en sağlam temelini, ilk "Hülefayi Raşidin" çağındaki Toprak düzenini ve derebeğleşmiş Doğu soysuzluklarını alırken; Bizans’tan, üstyapıdan ziyade biçimlerini almış ve Bizans temellerini aşındıran derebeğileşmiş toprak ekonomisinin özünü havaya uçurmuştur.[2]
Bizans imparatoru Konstantin’in “Roma ruhunu Bizans’ta yaşatmak için Roma’yı öldüren Hıristiyanlığı Roma İmparatorluğu kılığına sokup Bizans’ın emrine geçirmesi” hususu Kıvılcımlı açısından önemlidir. Ona göre bu taklidin aynısını, Bizans’a bakarak Osmanlı da yapacaktır.[3]
İbn-i Haldun’un “toplumların (devlet) doğuşu, yükselişi ve çöküşü” yönündeki nazariyesi, Kıvılcımlı tarafından Bizans’a da uygulanmıştır. Buradaki en önemli nüans, Bizans’ın hem barbar kökenli imparatorlar ile parlak dönemler yaşaması, hem de bu barbarlardan gelen zararlar ile yıkıma uğramasıdır. Kıvılcımlı bu durumu, “bütün o yüzyıllarda belki Bizans barbarlarla oynuyorum sandı. Gerçekte, barbarlık Bizans'ı el topu yapmıştı” şeklinde izah etmiştir.[4] Bizans’a yönelen barbar akınları onu yıkmakla kalmayıp, aynı zamanda bir takım tesirlerde de bulunmuştur. Böylece Bizans Kıvılcımlı’nın tabiriyle “imparatorculuk oynamak isteyenlerin kumarı için bir sembol” olmuştur.[5]
Barbarları Bizans’a karşı kışkırtan kilise bu güçsüzlükten yararlanarak topraklarını güçlendirirken, merkezi gücü zayıflayan birçok Bizans tekfuru da konum ve statüleri için Osmanlı ile işbirliği yapmıştır. Latinlere de duyulan bu düşmanlık neticesinde de Rumlar Bizans kapılarını Osmanlı’ya açmıştır. Meydana gelen bu işbirliği Kıvılcımlı’nın “tefeci-bezirgân sermayenin, vatan, din ve iman gibi her şeyinin vurgun olduğu” görüşüne tekabül eder. İstanbul’u ele geçiren Fatih Sultan Mehmet bu çelişkileri görerek “Bizans’a çuvaldızı sokmadan önce, Osmanlı’ ya iğneyi batırmış ve tefeci-bezirgân toprak ağalığının kökünü kazımıştır.[6]
Derebeğleşme ile çürümüş bir tahtaya benzeyen Bizans ekonomisini Osmanlı’nın benimsemesi beklenemezse de, Bizans’ın mirasına konularak ona halef olunmuştur. Bu noktada Osmanlıyı hala barbar geleneklere sahip bir topluluk olarak değerlendiren Kıvılcımlı’ nın böyle bir topluluğu imparatorluğa nasıl çevireceği de merak konusudur. Tüm alanlarda olduğu gibi Kıvılcımlı’ nın Marks’ a şapka çıkarırcasına dile getirdiği açıklama açıktır: Mirasına konulan Bizans İmparatorluğunun üstyapı biçimlerinden!
Bizans mirası üzerinden yükselerek İstanbul’u ele geçiren Osmanlı, kozmopolit bir medeniyetler mirasını da elinde bulunduruyordu. Bu mirasa sahip yığınların kontrolünü sağlamak için Osmanlının yapması gereken merkezileşmek ve buna paralel kanunlar tertiplemektir. Kıvılcımlı’ da bunun adı “kanun devridir”. Osmanlının, Bizans’tan hazır işlenmiş olarak aldığı bu mirasta, imparatorun sıfatı ve unvanları başta olmak üzere, saray, devlet, din ve ordu-taşra teşkilatı işleyişleri vardır.
Fatih döneminde Bizans uygulamaları devam ettirilerek benzer girişimler sürdürülmüştür. Bizans’a öykünülen bu durum, Fatih’in kanunları yazılı ve derli tutmaktan çok, Bizans biçimine sokma amacında da görülür. Meydana getirdiği kanunlarda eski Türk barbar gelenek ve göreneklerinden kalma ne varsa silip atan Fatih’in amacı, kendisi nezdinde padişahlık kurumunu insanüstüleştirerek devletin bekasını sağlamaktır. Gerçekleştirilen bu uygulamalar ile Fatih kendisini eski kandaş topluluklarda görülen, toplum içi ilişkilerden soyutlayarak hiyerarşik bir ilişkiler ağının içine sokmuştur. Kıvılcımlı bunu, Bizanslaşmanın diğer biçimi olarak değerlendirmiştir.
Osmanlının Kuruluş Sürecinde Devlet Algısı
Kıvılcımlı Osmanlının kuruluş sürecini, devleti idealize eden kapitalist dönemin aksine, keskin sınırlara sahip olmayan ve maskeleme tecridi gütmeyen bir dönem olarak değerlendirmiştir. Osmanlıda sosyal sınıflar devleti meydana getirdiğinden dolayı devlet başkanı olarak padişahın görevi bu sosyal sınıfları korumaktır. Her şeye rağmen kadir-i mutlak görülen padişah, hareket ve fütuhat dinamizmini yitirdiği an bu sosyal sınıfların elinde bir “haşmetlü” oyuncağına döner. Padişahın sahip olduğu güç temsil ettiği devlet örgütüne, devlet örgütü de “içinden çıktığı Sosyal Sınıf ilişki ve çelişkilerine bağlıdır. Sanıldığı gibi ‘gökten inmiş’ bir güç değildir.”[7] Padişah otoritesini yaratan güç onun kişisel otoritesi değil, içinde bulunduğu devlet örgütünün karakteridir. Bu karakteri belirleyen nihai iki şey de “ tarih ve toplum” dur. Bu tarih ve toplum determinizminin gelişimi de kendine has bir Osmanlı örgütü meydana getirmiştir.
Başlangıcında ilkel barbarlığın tesiri ile eşitlikçi bir yapı barındıran Osmanlı, üretim ve toplumun gelişmesi ile farklı toplumsal sınıflara bölünmüştür. Bu bölünme devletin tepesi ile tabanı arasında bir uçurum meydana getirdiği gibi, üretici tabana da sirayet etmiştir. Böylece, çiftçilik ile esnaflığın farklılaşması neticesinde aracı olan sermayecilere de gün doğmuştur.
Osmanlıların kuruluşundan itibaren eski yaşam alışkanlıklarını terk ederek toprak üretimine girişmeleri, sosyal sınıflaşmalar ve bu sosyal üst yapının üstünde politik örgütlenmeleri meydana getirmiştir. Bu politik biçimlenmenin adı “devlettir.” Böylece Osmanlının başlangıcında, ilmiye ve seyfiyenin öncülleri olan erenler ve gazilere ek iki iş daha çıkmıştır ki bunlar; Osmanlı yönetim kademesinde yer alan dört temel sınıftan olan mülkiye ve kalemiyedir.
Medeniyeti geçici iki kategori altında değerlendiren Kıvılcımlı’ya göre birincisi “kentten” diğeri de “çadırdan” geçerek meydan gelir. Osmanlı mevzu bahis olduğunda ikinci kategori (çadırdan) geçerlidir. Buna göre, Kayı Boyu’ nun ilkel olan kan örgütü tarımla beliren sınıf ayrışmalarına uğramaksızın direk olarak devlet örgütü şeklini almıştır. Bu durum diğer kent aşamasını yaşamadan olduğu için tehlikeli bir muhteva barındırmıştır. Fakat Osmanlı, bu tehlikeli yoldan ilerlemiştir. “Ama KAN örgütünden dolaysızca DEVLET örgütüne geçiş, ister istemez, iki tarafın (hem Kan'ın, hem Devlet'in) sonsuz karşılıklı etki-tepkileri altında yapıldı. Kan örgütü Devlet örgütü üzerine epey damgalar vurdu. Kan eriyip Devletleşirken, Devletin karakterinde türlü Kan bağı kalıntıları bıraktı.”[8]
Devletin doğuş sürecinde çeşitli kategorileri dile getiren Kıvılcımlı’nın burada zikredilmesi gereken en önemlisi düşüncesi “ordulaşma” dır. Klasik sınıflı toplumlarda devletin bir parçası olan ordu devletleşmeden ayrı düşünülemezken, bu kuralı Osmanlı realitesi için istisnai olarak düşünmek mümkün müdür? Kıvılcımlı’ nın bu soruya yanıtı evettir. Kıvılcımlı’ nın yaşadığı dönemde bile Türkiye’de ordu, devlet içinde devlet gibi, devletten bağımsız bir varlık gibidir ki bu Osmanlıdan günümüze değin sürüp gelen en orijinal özelliklerden biridir.
Başlangıçta kendi içinde eşitlikçi bir görünüm sergileyen Orta Asya’nın Kamlı toplumu (sonrasında Osmanlı) çöken İslam medeniyetinin içine girerek bu özelliğini yitirmiştir. Denilebilir ki bu bozulma barbarları yavaş yavaş yutan sosyal sınıflı medeniyet etki ve tepkilerinin sonucudur. Bunlara rağmen Osmanlı yine de eşitlikçi barbar öncüllerinin varlığını (Oğuz töresi), medeniyet dairesi içine dâhil olduktan sonra da sürdürmüştür. Binaenaleyh, Osman Bey’in kendi boyu içerisinde seçim ile seçilmesi yine bu barbar-eşit kandaşların hür oyuna dayanarak yapılan bir seçimle olmuştur. Herkesin silahlı olduğu ve silah sahibi olmanın getirdiği eşitlik ile ceza gücünü tekelinde bulunduran devletin yokluğu, bu anlamda önemlidir. Devlet olgusunun henüz görülmediği Osmanlının kuruluş öncesinde tören ve şölen gibi Türk ananesinden kalma ortaklaşa etkinliklerine (bir nevi Türk komünyonu) namaz ve oruç gibi Müslümanlık ritüellerinin yanı sıra cami, cuma namazı ve mescit de eklenmiştir. Bunların yanı sıra at sırtında din uğruna gaza yapan gazilerin dünyaya dirlik getirme ülküsünün dışında bir amaçları olmadığı için devletin oluşumu da ileri bir aşamaya kalmıştır. Bu durumun varlığı Kayı Boyu içerisinde sosyal sınıf ayrımı yaratmadığı için devletin somut olarak oluşmasını gerektiren koşulları da geciktirmiştir. İlk Osmanlı topluluğu için devlet adı verilecek bir oluşumdan bahsedilecekse eğer, Kıvılcımlı’ ya göre bu “at sırtında devlet” ile onun yansıması olan “at sırtında saray” dır.[9]
Osmanlı Devletinin Doğuşuna Doğru
Gerek Bizans’ın kendi içindeki sorunlar ve adem- i merkeziyetçi kuvvetlerin çıkar hesapları, gerekse de Müslümanlar başta olmak üzere İlhanlı boyunduruğunun altında ezilen Anadolu halkının durumu, Osmanlının tarih sahnesine çıkışında etkin bir rol oynamıştır. Osmanlının parçalara ayrılmış bu Anadolu coğrafyasında ön plana çıkmasında belirleyici olan etken silahlı-askeri örgütlü bir toplum olmasından kaynaklanmaktadır. Kıvılcımlı “Osmanlı toplumu mu seyfiyeden, seyfiye mi Osmanlı topluluğundan çıktı” tartışmasıyla, bu karşılıklı ilişkiye işaret etmiştir. Kayı Boy’u kendi göçebe yapısı ile tepeden tırnağa bütünü silahlı ve aksiyoncu bir bütünlük oluşturmuştur. Bundan ötürü Osmanlıların bir “ordu-ulus” olduğunu ileri sürmek, modern terminolojiye uymasa da, o dönem açısından bir benzerlik taşımaktadır. Bu “ordu-ulus” gücünü en örgütlü ve bilinçli şekilde temsil eden, Osmanlının kuruluşunda yer alan dört taife olmuştur: Gaziyan-ı Rum, Abdalan-ı Rum, Bacıyan-ı Rum ve Ahiyan-ı Rum.
Anadolu Selçukluları’ nın çöküşü ile meydana gelen istikrarsızlık durumunu siyasal ve askeri bir manevra ile kendi lehine çevirmek isteyenler için, kendi sorunları ile uğraşan Bizans’ın durumu önemli bir olaydır. Tam da bu noktada bir uç beyliği olan Osmanlıların Bizans’a karşı gerçekleştirdiği gaza hareketi dini, siyasi ve toprak genişlemesi açısından bir dizi olumlu gelişmeyi de beraberinde getirmiştir.
Bizans’ a karşı girişilen fütuhat hareketleri ile topraklarını genişleten Osmanlının bu toprakların idaresini eski Oğuz töre ve kan örgütü ile kontrol etmesi söz konusu olamazdı. Nihayetinde, fütuhattan orduya devrilen bu dönüşüm noktasını Kıvılcımlı, devletin doğuşu ile noktalayacaktır. Ordunun doğuşuyla da toplum ve toprak ekonomisinin gelişimi devletleşmeye doğru evrilmiştir. Belli bir süre sonra ordu içinde de bir takım ayrışmalar meydana gelecek ve Türk nüfusun tasfiyesi görülecektir.
Kıvılcımlı, sıklıkla başvurduğu İbn-i Haldun’ un görüşlerini geri planda Osmanlı örneği üzerinden doğrulama yoluna gitmiştir. Haldun’un Mukaddime’de dile getirdiği gibi, barbar bedevi Arapların kendi aralarındaki “eşitler arası” mücadele, iktidarı ele geçiren kişinin kendi kandaşlarının gücünü tavsiye etmek için farklı milletlerden, kendine bağlı elamanları devşirmesiyle sürdürülmüştür. Zira bu gruplar “toplumsal dayanışmayı ve fedakârlığı teşvik eden özden yoksundur.”[10] Kıvılcımlı da, Osmanlının farklı milletlerden devşirilenler ile bunların ordunun belirleyici gücü haline getirilmelerini, “eşitler ilişkisinin” tersine çevrilmiş hali olarak sunup, Haldun’un bu görüşünden yararlanmıştır.
1300–1402 yılları arasındaki zaman dilimi içerisinde sınıflı topluma geçmeye çalışan Osmanlının içinde hala değişime direnen kesimler olmuştur. Yıldırım Beyazıd’ın değişimi dayatması, tarihi bir aktörün sahneye çıkması ile bir kırılma yaratmıştır. Bu aktör birinci Osmanlı dönemini kapatan Timur’dur. Kıvılcımlı’ ya göre, Timur’un Osmanlıya karşı başarı elde etmesinin en önemli nedeni, barbar toplumunun medeniyet sınıflaşması zehri ile soysuzlaşmamasıdır.[11] Bu da tıpkı Osmanlının başlangıçta sahip olduğu o “barbar ruh” gibidir.
Osmanlı açısından durum böyleyken, Kıvılcımlı yeni bir tez daha ileri sürerek, bir sonraki Osmanlı doğuşunun temel taşlarını da döşeyecektir. Barbar akınlarının (Moğolların) eskimiş medeniyeti yıkarken iki çelişki içinde gelişim sağladığını dile getiren Kıvılcımlı’ya göre, ilki yıktıkları medeniyetin ekonomi pusulası olan bezirgânlıkta yeni yollar ve ufuklar açmalarıyken; ikincisi de, o zamana dek ayakta kalabilmiş “barbarlık” adlı ilkel sosyalizmin son kalıntılarını biraz daha temizlemeleri olmuştur.[12] Burada acaba Kıvılcımlı, Osmanlı lehine yoracağı bundan sonraki süreci, neden yıllar öncesinin Osmanlısı karşısında duran Bizans lehine de işletmemiştir? Bunun cevabı da sanırız, materyalizmin evrensel yasalarından ziyade Kıvılcımlı’ nın Osmanlıya has geliştirdiği “materyalizminde” saklıdır!
Osmanlı egemen sınıfları yeniden bir başlangıç yapma yolunun, hem Osmanlılığı yeniden diriltmekte hem de onu kan davası düzeninden koparıp, rasyonelleştirmekten geçtiğini düşünmüş olmalıdır. Fetret dönemindeki kargaşa, otorite olmanın yollarını arayan “kan şeflerinin” birbirlerini temizlemesi ile siyasi rakiplerin sayısının azalmasına neden olmuştur. Kıvılcımlı’ nın tabiri ile Timur böyle bir durumun oluşmasına vesile olduğu için “istemeyerek de olsa Osmanlıyı kirli kandan temizlemiştir.” Durum böyle olunca yeni bir soruyu dillendirmek de adeta kaçınılmazdır: Boşalan yere kim gelecek? Çelebi Mehmet ile başlayıp, II. Murat ile devam eden Osmanlı devletleşmesinin ikinci asıl noktası Fatih dönemidir. Öncekilerinin başarıları inkâr edilemese de asıl devletleşme Fatih ile başlamıştır diyebiliriz. Böylece, Çandarlı Halil Paşa ile Fatih arasındaki ilişki ve Çandarlı’ nın öldürülmesi ile noktalanan bu süreç, merkezileşmenin ilk işaret fişeği de olmuştur.
Osmanlı Memleketi
Kıvılcımlı’ ya göre, Osmanlı Devleti’ni ele almak, Osmanlı Memleketini de ele almaktır.[13] Bu devletin en tipik yanı, politika ve ekonomisinin birbirinden kopmaz bağlara sahip olmasıdır. Devlet, toprak ekonomisi temeli üzerinden gelişmiştir. Toplumun temel üretim şartı olan tarımın üzerinde gerçekleştiği toprağın temel mülkiyet ilişkisi “kamu”dur. Kamunun en yüce düzenleyicisi olarak da karşımıza devlet çıkar. “Onun için, genel olarak Osmanlı Devleti'nin, özel olarak Osmanlı İmparatorluğu'nun şeması yapıldı mı, ister istemez, Memleket'ten ayrı bir Devlet ne konulabilir, ne düşünülebilir.”[14] Ancak, memleketi söz yerindeyse kuran ve sonra da hemen bütün ülke toprakları üzerine oturan Devlet anlaşılmadıkça, Memleket'te olanlar kavranılamaz.[15] Bütünlüğü ve merkeziyeti temsil eden padişahın bir değil iki devleti vardır ki, bunlardan biri payitahtın simgelediği “merkez devleti”, diğeriyse “memleketi” simgeleyen “taşra devleti”dir. Memleket payitahtın sıkı kontrolü altında olmakla birlikte, her biri kendi içlerinde geliri doğrudan toprak ekonomisi üzerinden toplanarak meydana getirilen parçalardan oluşmuştur.
Payitaht ile memleket arasında sürekli var olan ve karıştırılmamaya özen gösterilen özel bir önemin olduğu görülür ki, bunun bir takım kurallarla sınırı çizilmiştir. Aynı zamanda payitaht organları adı verilen ve padişahın kontrolü altında memleketin idaresini yürüten çeşitli organlar mevcuttur. Payitaht ile memleket arasında görülen farklılık burada görevlerini icra eden yetkililere uygulanan ayrımda dahi görülebilir. Buna göre, merkezi devletin yöneticileri payitahtta otururken, memleket olarak nitelendirilen taşranın yöneticileri (beylerbeyi, sancak beyi, kadı gibi) memlekette otururlar. Osmanlılar arasındaki bu farklılık aynı zamanda en genel anlamıyla antika devletin bir ifade tarzında daha ifade bulur. Bu da, devletin toplum üstü ve insanüstü karakterini herkesin gözüne batırmaktan çekinmeden kurduğu hiyerarşiyi kullandığı bir dizi lakap ile ifade etmesidir. Padişahların ilmiye, seyfiye, mülkiye ve kalemiye gibi guruplarda yer alanların her birine hitap ederken kullandıkları lakapların varlığı, bu durumun tipik birer örneğidir. [16]
Tüm bu değerlendirmeler göstermektedir ki Osmanlı için payitaht (saray ve divanlar) dışında kalan her şey “memleket” olarak nitelendirilmektedir. Bu memleket anlayışı, devletin taşradaki politik örgütü ve taşra toprağını meydana getiren ekonomik örgütten oluşur. Taşradaki devlet yapılanması, doğrudan doğruya taşra toprağının üretim ilişkilerine göre ikiye ayrılır. Birincisi “arazi’i memlüke” denilen kişi mülkü topraklarken, diğeri “ arazi’i miriye” adı verilen kamu mülkü topraklardır. Osmanlı açısından kamu mülkiyetinin kutsallığına olan inançtan dolayı miri topraklara önemli bir yer verilmiştir. “Osmanlı Türk-Müslüman, Tefeci-Bezirgân sermaye sızmasıyla bozulmadığı sürece, "Memlûke" topraklara hep dudak büken bir kuşku ile” bakmıştır.[17]
Devletin Yapısı, Toprak ve Dirlik Düzeni
Kıvılcımlı Osmanlı Devleti'nin yapısını, Antika kent medeniyetlerinin yapısından kurulu zincirin son halkası olarak değerlendirmiştir. Bu yapı Bizans tezi ile İslâm antitezinin rönesansından doğmuş bir sentezdir.[18] Osmanlı, Doğu-İslam feodalitesine yapılan barbar aşılarından meydana gelmiş göçebe bir beylik olduğu için, başlangıçta yeni bir kent yapısı oluşturacak koşullara sahip olmamıştır. Bundan dolayı Greko-Romen ve Arap ağırlıklı İslam medeniyetinin kent yapılanmasını örnek alarak bu gelenekleri sürdürmüştür.
Hikmet Kıvılcımlı’ da dikkatimizi çeken bir diğer husus da devlet yapısını iki ayrım üzerinden sınıflandırmasıdır. Bunlardan ilki padişah, saray ve divan şeklinde kendini gösterirken diğeri de devletin öteki sınıfları olarak ifade bulmuştur. Osmanlı Devleti’nin kendine has tarihsel yapısı, bizleri devleti padişahın merkezde olduğu, hatta XIV. Louis’in ifade ettiği gibi “devlet benim” dedirten analojiye götürmektedir. Bunun yanı sıra padişahın çevresi -dünya mezarı sınıflaşma anıtkabiri olan saray- Osmanlının kardeş kavgası neticesinde kurulmuştur. Sarayın varlığı sosyal sınıflar arasındaki ayrımın göstergesi olduğu için, bu “hazır mezarın bayat ölüsü” insan da, yaşayan devletin canlı başkanı olan kişi, yani padişah olmuştur.[19]
Osmanlıda, Fatih devrine kadar oturmuş bir saray algısı yoktur. Saray, padişahın kişiliğinde somutlaşan ve bir nevi onu insanüstüleştirerek egemen sosyal sınıfların çıkarlarına uygun, sürekli üretme amacı taşıyan bir araç olarak kendi içerisinde bir takım hiyerarşilere sahip olmuştur. Tüm bu hiyerarşik ayrılıklara rağmen padişah devletin iradi anlamda somutlaştığı kişi olarak karşımızda durmaktadır. Böylece memleket adı verilen mülk alanının idaresi de icra edilmiş ve devlet olan padişahın fermanları da kanun hüviyetine kavuşmuştur. Devlet adı verilen bu örgütçül ilişki ağında işleyiş alttan gelen “arz” ve yukarıdan verilen “buyruklar” ile olur. Fatih devrinden itibaren oluşturulan kanunlar ile devletin sıkı bir takım organizasyonları tertiplediğini görmek mümkündür. Fatih tüm bunları yaparken tecrübelerinden yararlandığı bir devlet mirasını örnek alıyordu ki bu da, külleri üzerinden yükseldiği Bizans’tan başkası değildir. Kıvılcımlı, Fatih dönemini “İkinci Osmanlı Devleti süreci ve İmparatorluk’a geçiş” biçiminde özetleyip, bu genel perspektifini siyasal tercih, hiyerarşinin katılaşması ve unvanlara yansıma planında da mütalaa ederek, Bizans etkisinin çok boyutluluğuna dikkat çekmiştir.[20]
Osmanlı toprak düzeninin, devletin egemen sınıfları vasıtasıyla devlet yapısını etkilediği düşünülebileceği gibi, devlet yapısından bağımsız bir toprak düzeninin anlaşılamayacağı da muhakkaktır. Osmanlı toprak düzeni, başından sonuna dek aynı kalmaktan ziyade, kurulduğu günden beri değişiklikler geçirmiş bir kategori olmuştur.[21] Osmanlı açısından asıl toprak değişiklikleri Fatih döneminde görülen değişiklerdir. Bu değişiklikleri dirlik düzeni ve kesim düzeni olarak ifade edecek olursak, burada oluşan değişikliklerin de gelirlerin ödenme şeklinde görülen farklılıklar olduğu görülecektir.
Osmanlı Devleti’nde dirlik düzeninin kuruluş ve yazılışı, fetihlerle elde edilen topraklar ve sonrasında bu toprakların kayıt altına alınmasıyla gerçekleşmiştir. Bu tahrir usulü bir Osmanlı icadı olmadığı gibi, Osmanlı bu metodu da Bizans’tan öğrenmiş ve kendi sosyal yapısı ve eğilimine göre uygulamıştır. Tahrir edilerek taksim edilen toprak, idareci zümrenin görev ve yetkilerine göre has, zeamet, tımar, ocaklık, yurtluk ve vakıf adlarıyla pay edilirken, sivillere de (reaya) toprağın tasarruf hakkını veren bir çift sistemi uygulanmıştır. Gerçekleştirilen tüm bu paylaşımlarda istisnalar haricinde toprağın mülkiyeti miri yani daha önceden de ifade ettiğimiz gibi kamu mülkiyeti görünümü altında padişaha ait olmuştur.
Devlet görevlilerinin maaşları kendilerine verilen ve dirliğini korumakla sorumlu oldukları toprağın geliri üzerinden elde ettikleri bir pay şeklinde ödenmiştir. Bu kişilerin ölümleri halinde, toprak üzerindeki tasarruf hakkı çocuklarına miras bırakılırdı. Bu toprağın mülkiyetini bırakmak anlamına gelmiyordu. Zira kendilerinin olmayan bir toprağı çocuklarına miras bırakmaları da düşünülemezdi. Osmanlıda bu durumun bir istisnası vardı ki, o da vakıf sistemiydi. Toprakta özel mülk edinen kişi, bunun çarçabuk yıkılacağını ve çocuklarına miras kalamayacağını biliyordu. Bu yüzden toprak "Vakıf"' a dönüştürülüp, dokunulmaz kılınıyordu.[22] Bu istisnayı bozan, kimsenin çaldığının üstüne özel mülk olarak uzun süre yatamayacağı ve devletin bu toprakları geri aldığı durumlar da vardı.
Osmanlı ekonomisi mevzu bahis olduğunda bu ekonomik yapılanma içerisinde en büyük ve önemli yeri alan unsur tımar sistemidir. Tımar sisteminin çözülüşü ile Osmanlı ekonomisinin içine girmiş olduğu buhran gerek dönemin kaynaklarında gerekse de günümüz modern araştırmalarında sıklıkla zikredilmektedir.
Osmanlı, ırk, dil, din ayrımı gözetmeksizin toprakları üzerinde yaşayan tüm halka tımar dağıtımında eşit davranmıştır. Devlet açısından önemli olan sistemin sağlıklı bir şekilde işlemesi idi. Bundan dolayı tımar sisteminin işleyişine ve kontrolüne büyük önem verilmiştir. Tımarı elinde bulunduran dirlikçinin yetkileri de bizatihi berat ve sıkı kontroller ile denetime tabi tutulmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu fetih siyaseti ile kurulduğu için ordunun önemi büyük olmuş ve bu bakımdan ordunun var olan gücünü sürdürerek yaşayabilmesi için de gelirlere büyük önem verilmiştir. Kıvılcımlı’ ya göre devlet, idare ettiği yerlere iki faydacı yaklaşımla bakmıştır. İlki, bu yerlerin ordu için ne kadar asker çıkaracağıyken, diğeri de buraların ne kadar gelir getireceğidir.[23] Memleket idaresini de bu iki faydacı yaklaşım ekseninde üç idari sisteme bölmüştür. Bunlardan ilki has, zeamet ve tımar olarak birbirine bağlanmış olan dirlik sistemi, Hasiledir. İkincisi saliyane adı verilen, gelirini padişahın topladığı ve komutanlarına saliyane (yıllık), erlerine ise ulüfe adıyla dağıttığı maaştır. Buralar genellikle merkezden uzak olan ve müslüman nüfusun barındığı Mısır, Yemen, Habeş, Basra, Bağdat, Trablusgarp, Tunus ve Cezayir gibi yerlerdir. Kıvılcımlı’ nın anlatımına göre silah zoru ile uygulanan dirlik düzeninin buralara uygulanmamasının gerekçesi, bu milletlerin müslüman olmasından kaynaklanmıştır.[24]
Üçüncü olarak zikredilmesi gereken sistem, alabildiğine çeşitli yönetimleri bünyesinde barındıran hükümettir. Buralar arasında fethedilen hanlıklar, krallıklar ve prenslikler gibi devlet-hükümetler olduğu gibi küçük aşiretlerin yaşadığı küçük yerleşim yerleri ve kentlerden oluşan aşiret-hükümetler de bulunur.
Osmanlı Gerileyişinin Teşhisi
Osmanlının gözüyle yıkılışı tartışan Kıvılcımlı, özellikle “ıslahat lahiyaları” üzerinde durmuştur. Koçi Bey Risalesi’nden[25] yaptığı alıntılar dikkat çekicidir. Burada dile getirilen açıklamalar Kıvılcımlı’ ya göre Marksist teorinin doğuşundan 250 yıl kadar önce Osmanlı topraklarında var olan gerçekliği anlatması açısından çarpıcıdır. Kıvılcımlı, Koçi Bey’i teşhisinde eksiksiz bulmuş olsa da, tedaviyi ileride göremediği için geride kalmış olarak değerlendirmiştir. Buna göre, eski dirlik düzeninin geri getirilmesi mümkün olmadığından Koçi Bey’in dile getirdiği çözümlemelerin gerçeklikte bir yansıması olmamıştır.
III. Selim’ e verilmiş olan raporlarda da, devletin içinde bulunduğu olumsuz koşulların gerekçesi olarak “padişahın hareketsizliği” gerekçe gösterilmiş ve yerleşikliğin kendiyle beraber aşırı bir tüketimi getirdiği ifade edilmiştir. “Başta Padişahların, arkada Osmanlı kadrosunun böyle yaman göçebe dinamizmine tutkun olmaları, insanları israftan ve sefahatten korurdu.”[26] Fakat “atalarının tersine servet edinme peşinden koşarak zevk-ü sefa sürdürmeye aday olan Osmanlı padişahları kabuğunu beğenmeyen civciv gibi hareket ederek devletin sonunu hazırlamışlardır.”[27] Kıvılcımlı, bireyin rolünü tali planda tutan, tarihin yasalarını yücelten bir düşünceye sahip olmuşsa da, Osmanlının yıkılışını “barbarlığın yalan dolan bitmez ter temiz, sapasağlam, adil ve tutumlu insan özelliklerine” vurgu yaparak açıklaması ile kendisi de idealist bir noktaya “savrulmuştur.”
Sonuç yerine
Teknik olanakların elverişli olmamasından ötürü muhtevası sınırlandırılan bu çalışmada, Kıvılcımlı' nın, Osmanlının kuruluş öncesindeki dinamikler ve bu dinamiklerin Osmanlı üzerindeki etkilerinin neler olduğuna dair düşünceleri ele alınmaya çalışılmıştır.
Kendine has üslubu ile Türkiye sosyalist geleneği içerisinde özel bir terminoloji oluşturan Hikmet Kıvılcımlı, ürettiği bir dizi yeni kavramla, Marksist literatüre Türkiye'den katkılar sunmuş önemli bir entelektüeldir. Binaenaleyh, Kıvılcımlı tarafından kullanılan bu kavramlar, kendisince dile getirilen tarih tezinin anlaşılmasında da kilit bir öneme sahip olmuştur.
Büyük bir imparatorluk kurma şansına kavuşan Osmanlı, bunu belli bir süre sonra kendi varlığını da ortadan kaldıracak olan, Roma kaynaklı Bizans mirası üzerinden meydana getirmiştir. Burada bir nevi, Osmanlı geleneği ile gerçekleştirdiği "eğreti entegrasyon" neticesinde devletin yapılanmasına sirayet ederek, onun yok oluşunun müsebbibi olacak “habis bir ur”un gelişimi söz konusudur. Tüm barbar topluluklar gibi Osmanlı da yok ettiği medeniyetin mirasını devralmış ve onu kendi anlayışı ile devletleşmeye evriltmiştir. Bu evrilme bir yükselmeyi, yükselme ise en doruk noktasında çürümeyi getirecektir. Kıvılcımlı tarafından İbn-i Haldun'un tarih felsefesi ile güçlendirilen bu Osmanlı tarih anlatısı, aynı zamanda bir dizi evrensel, determinist anlayışla da takviye edilip, oluşturulmuştur.
Osmanlı, Kıvılcımlı terminolojisinde anlam bulan tefeci-tüccar kesimin meydana getirdiği olumsuzluğun resmini başarılı bir şekilde çizmesine rağmen, bu resmin siyah beyaz olmasından ötürü, devam ede gelen gerilemesini durduramamıştır. Kıvılcımlı’nın eseri boyunca başvurduğu metaforik anlatımlarında olduğu gibi, resmin siyah beyaz olarak çizilmesi, çözümün geçmişe dönmek gibi anlamsız bir çabaya tekabül etmektedir. Osmanlı geleceğe tekabül eden renkli bir resim çizemediği için bu makûs kaderden kurtulamamıştır. Netice olarak Osmanlı, Batının evrensel gelişim yasalarına uygun bir şekilde kapitalizmi meydana getiremediği için yok olmuştur. Kıvılcımlı tarafından bunun formüle edilişi basittir: "Osmanlılık doğuramadığı için ölen anaya benzer. Doğuramadığı şey kapitalizmdir."
[1] Hikmet Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin Maddesi, cilt 1, Tarihsel Maddecilik Yayınları, İstanbul, 1974, s. 7.
[2] a.g.e., s, 39-40.
[3] Kıvılcımlı’nın Osmanlı ile ilişkilendirdiği tek devlet Bizans da değildir. Ona göre Osmanlı, Fransa gibi “duraklama ve barbar tehdidine” benzer aşamalardan (Fetret devri ve Timur İstilası) geçmiştir. Bu benzerliklere rağmen iki devleti de farklı kılan nokta, Osmanlı’nın bir yıkılış alınyazısına sahip olmasıdır. Kıvılcım’lı bu yıkılışın nedenini kapitalizm yoksunluğunda aramıştır. Bkz. a.g.e., s, 25-26.
[4] a.g.e., s, 48.
[5] a.g.e., s, 50.
[6] a.g.e., s, 54.
[7] a.g.e.,s, 105.
[8] a.g.e., s.164.
[9] a.g.e., s. 185.
[10] Charles Lindholm, İslami Ortadoğu, çev: Balkı Şafak, İmge Kitabevi, Ankara,2004, s. 102.
[11] a.g.e., s. 228.
[12] a.g.e., s.228.
[13] a.g.e., s. 117.
[14] a.g.e.,s, 91.
[15] a.g.e., s. 127.
[16] Ayrıntılı bilgi için bkz, a.g.e., s. 142- 147.
[17] a.g.e., s. 151.
[18] a.g.e., s. 243.
[19] a.g.e., s. 246.
[20] Ümit Hassan, Osmanlı, Örgüt-İnan.-Davranış’ tan Hukuk-İdeolojiye, 6. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 206. Ayrıca Bizans üzerinden Osmanlıya tevarüs eden Roma mirasının etkisinin yansıması olan unvanlar için bkz. Kıvılcımlı, a.g.e., s. 44.
[21] Kıvılcımlı, a.g.e., cilt 2, s. 96.
[22] a.g.e., s. 33.
[23] a.g.e., s. 57.
[24] a.g.e., s. 60.
[25] Koçi Bey Risaleleri, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2007, s. 27-95.
[26] Kıvılcımlı, a.g.e., cilt 1, s, 34.
[27] a.g.e., s, 36.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder