27 Aralık 2012 Perşembe

İSMET DEMİR'DEN ANILAR...

DRAGADOS
Uzun sessizlikten sonra konuşmak;yeridir
Çünkü öldü ya da çekip gitti tüm sevdiklerimiz.
W. B. Yeats
Elhamra Sarayını ziyaretimiz bitip, eşim ve tur arkadaşlarımla, İspanyollara özgü payellayı yanında güzel bir şarapla yedikten sonra gezi otobüsüyle otelimize dönüşe geçtik. Sabah yola erken çıkmıştık ve dönüş için önümüzde üç saatlik bir yol vardı. Otobüsün içinde herkes gibi ben de sabah erken yola çıkmanın yazın sıcağın ve yemeğinin verdiği yorgunlukla kısa bir şekerleme yapmak üzereydim. Elhamra Sarayının içinde gördüklerimi tekrar tekrar hatırıma getirip onları yorumlamağa çalışıyor, otobüs koltuğunun camından etrafı seyrediyordum.
İspanya ile ilgili okuduğum romanlar, seyrettiğim filmler aklıma geliyor, bu ülkenin 1936 da başından geçen acıyı düşünüyorum, okuduğum kitaptan şu olay hatırama geliyor. “1936 yılında faşist bir general Samanca Üniversitesinde kürsüye çıkar, general birinci dünya savaşında yaralanmış ve sakattır. Sözüne yaşasın ölüm diye başlar. Üniversitenin rektörü ve aynı zamanda da edebiyatçı olan Unamuno ayağa kalkar ve daha az evvel ölü sever ve saçma sapan bir haykırma işittim bu düşünce bana son derece tiksindirici geldi. General sakattır bunu ben onu aşağılamak için söylemiyorum Cervantes de sakattı Ne yazık ki, şu anda İspanya da öyle çok sakat var ki! Cervantes in ruh yüceliğinden yoksun bu sakatın çevresindeki sakatları artıracağından korkuyorum. General Unamuno’nun sözünü keser ve Kahrolsun zeka diye bağırır, Tekrar Unamuno konuşmaya başlar ve burası zekânın tapınağıdır. Ben de onun yüksek papazıyım. Siz bu tapınağa saygısızlık ediyorsunuz. Siz kazanacaksınız. Çünkü gereğinden çok acımasız kaba güce sahipsiniz. Ama kimseyi inandıramayacaksınız Çünkü inandırmak için inandırıcı olmanız gerekir İnandırıcı olmak için de sizde bulunmayan şeye, savaşımda mantıklılığa ve haklılığa sahip olmanız gerekir der”
Benim için İspanya bu düşünceye sahip olan insanların evidir, dünyanın da böyle insanların evi olmasını istediğim gibi. Biliyorum ki, bu sadece bir düşten ibaret ama böyle bir dünyayı hayal etmeden de edemiyorum. Gelecekte düşümdeki gibi bir dünyanın olabileceğine inanıyorum.
Aklımdan tıpkı yakında oynayacak filmlerin fragmanı gibi geçmişin anıları geçiyor. Gözlerim artık bana itaat etmiyor, uyumak için kapanıp açılıyor, ne uyuyabiliyor ne de gözlerimi açıp etrafı seyredebiliyorum. Uzunca bir süre otobüste böyle gittik Otobüsümüzün bir ara sarsılarak durduğunu fark ederek gözlerimi açtım. Bir kasabaya gelmiştik. Otobüs yolcular için kısa bir mola verecekti. Gözlerim az ötede duran büyükçe bir panoya takıldı. Bu bir reklam panosu olmalıydı. Ama neyin reklamı olduğuna dair ne bir resim ne de bunları çağrıştıracak bir işaret yoktu. Sadece büyük harflerle “DRAGADOS” sözcükleri yazılı idi. Bu ad bana hiç yabancı değildi. Hatırlamaya çalıştıkça hatırıma gelmiyor ama çok tanıdık gelen bu adı aklımdan da atamıyordum. Aklım bu sözcüğün etrafında dolanıp duruyordu. Otobüs kalkmıştı. Beni artık o anda da tek ilgilendiren şey. “DRAGADOS” adıydı. Yoksa bu bir romanın ya da roman kahramanının adı mıydı? Kendimi zorladıkça huzursuzluğum artıyordu. Aklımla yaptığım bu mücadeleyle otobüste gene bir hayli yol aldık. Gene bir mola ve gene aynı pano. Artık kafamı bu düşünceden uzak tutmağa ve kendimi yola vermeğe çalışıyorum.
Saçları simsiyah ve gür aralarına kimi beyaz saç telleri de girmişler ama fazla göze çarpmıyorlar; gözlerinin üzerine doğru dökülüyorlar. Alnında kalın iki çizgi beliriyor bunlar birbirine paralel değil birinin kıvrıldığı yerde o da kıvrılıyor. Nereden geldiği belli olmayan bu görüntü bana polisiye fillerdeki aranan kişinin resmini tamamlamak için yapılan işlemleri hatırlatıyor. Aklıma gene “DRAGADOS” sözcüğü geliyor; sonra kafamdaki resmin devamı gelmeye başlıyor. Kimi fotoğraf makinelerinden çıkan resim gibi aşağıya doğru gözümden kayıyor ve resim belirginleşmeye başlıyor. Kalın ve düzgün gene siyah yay gibi iki kalın siyah kaş. Bu kaşların altında gene iki derin siyah göz, alabildiğine sevimli, insanı kendine bağlayan büyük irice açılmış gözler bunlar. Bu gözler insana ve insanlara ihanet etmeyen birinin gözleri, insanın içine sıcaklık veriyorlar. Gözlerimin önüne gene az evvelki resmin devamı oluşmağa başlıyor. Başın iki yanında iki büyük kulak; bir tekneyi götürecek yelkenler gibi iki yana doğru açılmışlar. Artık işkenceye dönüşen bir kısır döngünün içindeydim. . Belirsiz bir portrenin gelgitleriyle ve bir isimle boğuşuyorum. Sonra gene yüzün ortasında büyük kemerli bir burun beliriyor, burun iki kaşın ortasından aşağıya doğru bir parabol çiziyor, burun büyük ama hiçte geniş değil. Artık resmin tamamlanmasını bekliyorum. Garip bir şey oluyor. Hayalimdeki görüntü fotoğraf makinesinden çıkan bir resim gibi şimdi yavaş, yavaş aşağıya doğru reklam panosunu kaplıyor ortaya büyükçe bir resim, İsmet Demir’in o sevimli çenesindeki çukuruyla resmi çıkıyor. Reklâm panosundaki “Dragados” yazısı sanki silinmiş ve yerine İsmet Demir’in resmi gelmişti. .
İstanbul kış ayının o kapalı ve soğuk günlerine girmeden, İstanbulluları kısar bir süre sevindirir. İşte bu günlerden birinde, 06 Ekim. 1967 yılının öğle sonrası, avukatlığını yaptığım YİS (Yapı İşçileri Sendikası) başkanı Suat Şükrü Kundakçı, Tarsus’a gideceğimizi, benim hemen hazırlanmamı söyledi. Hanidir İsmet Demir Tarsus ve Mersin hattı üzerinde Kadıncık Baraj İnşaatı’ndaki işçileri direnişe hazırlıyordu. O bölgede iki baraj inşaatı vardı. İşveren inşaat şirketi ise İspanyol “DRAGADOS” firmasıydı. (İşte benim hatırlamakta zorlandığım bu isim ile İsmet Demir arasındaki ilişki buradan kaynaklanıyordu.)
Bu iki barajın birbirine olan mesafesinin on kilometre kadar olduğu söyleniyordu. Sarı sendika buradaki işyerlerinde, işçilerin aleyhine son derece kötü bir sözleşme yapmıştı. İşçilerden birçoğu Pipe Line boru hattı grevinden tanıdıkları YİS sendikası ve onun ayrılmaz parçası olan İsmet Demir’i tanıdıkları için sendikadan ve İsmet Demir’den gelip, kendilerini sarı sendikanın yaptığı sözleşmeden kurtarmasını istiyorlardı. Sendikanın resmi kurumlar önünde adının kızıla çıkması; Boru Hattı Grevi’nden sonra bir çok iş yerinde YİS’in toplu iş sözleşmesi yapabilmesi için lâzım gelen yetkiyi almasını zorlaştırmıştı. Bölge Çalışma Müdürlüklerinin bürokratları YİS e akıl almaz zorluklar çıkarıyor, sahte belgelerle yetki için başvuran sarı sendikalara toplu iş sözleşmesi yapma için yetki veriyor, YİS in hukuki uğraşıları ise sonuçsuz kalıyordu.
Bu uğraşılarla geçen zaman içinde sendikanın kasası boşalmış ekonomik güçlük her alanda kendini göstermeğe başlamıştı. İsmet Demir çok az bir para ile Tarsus’a gönderilmiş; kısa süre içinde birbirinden on kilometre uzakta olan her iki baraj inşaatında bulunan on bine yakın işçiyi, bu iki baraj inşaatına sürekli gidip gelerek, örgütlenmişti.
Biz gittiğimizde işçiler her iki baraj inşaatında da işi bırakmışlar iş yerinde direnişe geçmişlerdi. Bu olay bölgede ilk defa olduğu için büyük bir ilgi kaynağı olmuştu. Türkiye’nin o zaman dilimi içindeki devrimci ruh halini bu günün insanına anlatmanın zorluğunu biliyorum. O günlerdeki o güzel insanların ruh halini Nazım’ın yazdığı şu şiir çok güzel anlatır.
 “Yirmi dört saat Marks
 Yirmi dört saat Engels
Yirmi dört saat Lenin
Seslene bildiğiniz kadar s e s L e n i n”
Tolstoy “Anna Karanina” kitabına şöyle başlar: “Mutlu ailelerin her birinin hayatı bir diğerine benzer ama mutsuz ailelerin her birinin kendine göre bir nedeni vardır.”
Direniş olan her işyerinin olayları da birbirine benzer, polisler ya da Jandarma gelir, ardından işçilerin ifadesi alınır, kimileri tutuklanır. Savcı onları bu yola kimin ittiğini ifadelerden tespit eder, o kişinin de tutuklanmasını ister. Mahkemece o kişi de tutuklanır. Avukatlar bu tutuklamaya itiraz ederler. Mahkeme de duruşmalara uzunca aralarla devam eder. Basında olay ilk önce büyükçe bir yer bulur, sonra araya başka olaylar girer ve olay unutulmaya başlar. Ama bazı kişiler de zaman olayın yüreklerde ve hafızalarda derinliğine kök salmasına yol açar. Bunlar olayın yakın ilgilileri ve olayı yaşayanlardır. Sonra acımasız yıllar kimi isimleri hafızadan bile silebilir.
Tarsus’da köhne bir otelin otel odasında işçilerin direnişini yöneten İsmet Demir’in bu mücadelesine İstanbul’dan ben, Suat ve Cenan Bıçakçı, daha sonrada Av. Ali Yaşar, Antep’den Ahmet Top katılır
İlk defa Mersin’de işçilerin büyük bir yürüyüşü oldu (Sonra Tarsus da bir yürüyüş yaptık). Herkes merakla yürüyüşü seyrediyordu. Caddede işçilerle beraber yürürken, kaldırımdaki bir çocuk annesine “Anne camiden çıkan büyük bir kalabalık gidiyor ama tabutu almayı unutmuşlar”; bir diğeri, işçilerin başında kasklar olduğundan olacak. “Bu itfaiyeciler nereye gidiyor, yangın nerede?” diye soruyordu.
İsmet Demir yürüyüşün sonunda bir konuşma yaptı. Konuşması hamasi bir hava içinde değil, işçilerin ekonomik dertlerini ve koşullarını; onların nasıl haksızlığa uğradıklarını; sarı sendikaya, toplu sözleşme yapması için yetkinin nasıl usulsüz verildiğini anlattı. Konuşmasının bir yerinde yorulduğunu ve durduğunu, konuşmaya devam etmek için su istediğini hatırlıyorum. Herkes can kulağıyla konuşmayı dinliyordu. Topluluk dikkatini konuşmacıya vermişti. Bir tiyatro salonunu dolduran seyirciler gibi sessiz ve dikkatliydiler. Konuşmanın bir an önce bitmesini değil devam etmesini, konuşmayı yapanı gözleriyle bir defa daha sonra bir defa daha süzerek onun yüzünü, hareketlerini, ses tonunu hafızalarında tutmak ister gibiydiler. Bunca insanı bu adam mı temsil ediyordu?  Halka bu çok ilginç gelmişti. Bunun için bu kadar dikkatli ve sessizdiler. Eskiden bu meydan da hep devlet ricali konuşurdu. Sesleri gür, üstleri başları düzgün. Kravatları boyunlarından eksik olmazdı. Şimdi halkın karşısında bir tıraşsız, ayakkabıları boyasız, tozlu, pantolonu ütüsüz ve eski, sokakta sık sık rastladıkları ama yüzüne dikkatli bakmaya gerek duymadıkları biri konuşuyordu.
Mersindeki yürüyüş bittikten sonra Tarsusa dönerken yolumuz kesildi. Polisler İsmet Demir hakkındaki tevkif müzekkeresiyle İsmet’i o gün aramızdan aldılar ve işin mahkeme faslı başladı.
On bine yakın işçinin bulunduğu iki işyerindeki işçilerin aleyhine, kanunsuz grev yaptıkları için kovuşturma açıldı. İşçiler ise “biz işi bırakmadık, İşveren iş akdimizi fesih etti. Biz de işi bıraktık. Yoksa direniş ya da grev yapmıyoruz” dediler. Pekiyi, “neden işveren işe başlayın dediği halde işe başlamadınız?” sorusuna ise “İş akdimiz fesih edildiğine göre, artık işe yeni bir sözleşme ile başlarız” diye ifade verdiler.
Sadece dört işçi, “hayır, İsmet Demir buraya gelip, işi bırakmamızı, sonra da biz, işi bırakmadık işveren akdimizi fesih etti diye ifade vermemizi söyledi” dedi.
Sanırım altı işçi ile İsmet Demir tutuklandı, günler geçti. İşyerinde yeniden işçilerin bir kısmı gene o sarı sendikanın yüz kızartıcı sözleşmesiyle çalışmak zorunda kaldı, kimileride köylerine döndü.
Yapı İş kolunda çalışanların bir ucu köyde bir ucu da çalıştıkları yerdedir Onlar yarı köylü, yarı işçidirler. Onların işyerleri her zaman kurulur ve iş bitince işyeri kapanır. Hayat kavgası başka bir işyerinde gene aynı koşullarla başlar. O koşullarda onlara yardım edecek kişi olarak İsmet Demir ve sendika olarak da o tarihte YİS vardır. Sendikanın başkanı Suat Şükrü, sekreter Avni Tok ve Fahrettin Tunçbilek di. İsmet in bir titri yoktu ama işçinin sendikaya üye yapılması onun sayesinde oluyordu. O zaman, çeşitli yerlerde işçi ve gençlik eylemleri olmaktaydı. Bu olay basında epey yer buldu. Bu olaydan önce Pipe Line boru hattı grevinde de işçi lideri olarak adı geçen İsmet Demir, Türkiye de YİS sendikası ile birlikte büyük puan topladı, tanındı.
Aradan aylar geçti. İşçilerden bir gurup tarafından, İspanyol İşveren DRAGADOS’un temsilcilerinin baraj yolunda jandarma gözetiminde giderken yollarının kesildiğini;  Jandarmaların silahlarının alınıp siz bu işe karışmayın denildiğin;i işveren temsilcilerinin de dövülüp, otolarının da uçurumdan atıldığını duydum.
 Acaba bunu ben duydum mu? Böyle bir olay oldu mu? Yoksa böyle bir olay olmadı da biz mi bunu kurguladık?  Bunu halâ bilmiyorum
Bu olay, ekonomik durumu hiç de parlak olmayan sendikayı daha da kötü hale getirdi. Yeni bir işyeri arayışına geçtik. Bulunca işçileri örgütleyip sendikaya üye yapacak, onların adına sarı sendikadan daha iyi bir sözleşme işverenleriyle imzalanacaktı. İşçilerin sözleşmeyle kazandıkları ücretin belli bir bölümü de sendikanın kasasına girecek ve kötü durumunu nispeten düzeltecekti.
Yeni bir iş yeri bulduk. Galiba Ankara’ya yakın bir yerdeydi. Gece otobüsle yolculuk yaparak, gecenin bir yarısında Avni ile sözleştiğimiz yerde otobüsten indim. Hiç tanımadığım bu yerde otel arıyordum. Elimde siyah fermuarlı vinileks bir çanta ve içinde pijamam, iş kanunu ve Nazım’ın bir şiir kitabı vardı. Sabah Avni Tok’la buluşacaktık. Köhne bir oteli zar zor bulmuştum. Ucuz olsun diye dört kişinin kaldığı odada yer tuttum. Odaya girdiğimde yatan üç kişi uyuyordu. Benim, ışıkları yakıp, üstümü çıkarmam, pijamamı giymem, ceketimi yatağın yanındaki sandalyeye asmam onların tatlı uykularından uyandırmadı. Sabah Avni ile buluştuk. Birbirimize sarılıp kucaklaştıktan sonra işçilerin çalıştığı işyerine yakın bir yere geldik. İşveren ve temsilcilerinden çekindiğimiz için Avni bana- tek başına kendisinin gitmesinin daha iyi olacağını - söyledi. Sabah sabah hava soğuktu. Kapalı bir yere girmem lazımdı. Ben de otelin köşesindeki kahveye girdim. İçeri girdiğim de kalın bir sigara dumanı genzimi yaktı. Bir köşede oturup çay içerek beklemeye ve yanımda getirdiğim kitabı çantadan çıkarıp okumaya başladım. Kahvenin kapısı girip çıkanlardan dolayı bir açılıp, bir kapanıyor ve ister istemez gözüm kapıya gidiyordu. Bir süre sonra gene kapı dışarıdan gelen biri tarafından açıldı. Bu sefer gelen Avni idi. Yanıma yaklaşınca yüzünün asık olduğunu gördüm. Bir şeyler ters gitmişti, üzgündü, sesi titriyordu. Merakla sordum “ne oldu?” diye. Avni “Dragados”da tutuklanan işçilerden birinin burada çalıştığını, onu bulmak için buraya geldiğimizi, kendisiyle görüştüğünü, ama onun şimdi işveren temsilcisi olup, sarı sendikanın adamı olarak çalıştığın, ona bunu neden yaptığını sorunca da: “Biz orada hapis yattık, yalnız kaldık. Kimse bizimle ilgilenmedi. Hiçbir hak da elde edemedik bu yüzden şimdi işverenin yanında oldum” dediğini söyledi. Moralimiz bozuldu. Canımız sıkılmış olarak oradan ayrıldık. Başka bir iş yeri arayacaktık
Otobüsün penceresinden dışarıya bakmaya devam ediyorum. Artık gözlerimden uyku akmıyor. Bakıyorum ama gördüklerim hayal ettiklerimden ibaret. Derken yol boyunca gördüğüm her büyük reklam panosunda orda yazılı olanları. Resimleri, değil sadece kafamı kilitlediğim bir dostun resmini görmeye devam ediyorum. Sırrı dökülmüş eski bir aynaya bakıp da orada kendimi görmek isterken kırık dökük, sıralı sırasız anılar aklımdan gelip, geçiyor. Hepsi parça, parça kimini elimle çekip çıkarıyorum. Kimisine elimi uzatıyorum ama erişemiyorum. .
Hava çok sıcak. Bu sıcak yalnız İstanbul da olmaz yaz mevsiminin hüküm sürdüğü her yerde olur. Burada da bu sıcağın ardından hava bulutlandı sonra kapadı ve hızla yağmur boşandı. Gök gürültüleri şimşekler ve otobüsün dışı yazın o güneşli görüntüsü kendisini sanki yağmurlu bir sonbahara bıraktı. Dışarıya baktığım pencerenin camı buğulandı. Dışarıyı görmek için camı siliyorum ama camdan dışarısını göremiyorum. Otobüsün camı bir film perdesi gibi, orada hatırladığım bir olayın görüntüleri beliriyor.
Sıcak bir yaz günü, Kadıköy evlendirme dairesinin bulunduğu yerin önünde buluşacağız. (şimdiki deniz otobüslerinin kalktığı yerin olduğu yer). Orhan Müstecaplı’nın bir teknesi var. Aşağı yukarı on, on beş kişi kadarız. Aklımda kalanlar İsmet Demir, kızı (o zamanlar onbeş on altı yaşında olsa gerek) oğlu Halil (aklımda öyle kalmış, belki de adı bu değil o da onört on beş yaşında) Suat Şükrü, kardeşi Sevim ve oğlu Cihan on beş yaşında gibi, Fuat ve Latife Fegan, onların arkadaşı Özden, ben ve Almanya dan gelmiş iki kişi daha var.
Tekneye bindiğimizde yazın sıcağına rağmen, her zaman rüzgârlı olan buluştuğumuz yerde rüzgârdan üşüdük. Hele teknemiz Moda’ya doğru yola çıkınca rüzgar daha sert esmeye başladı. Küçücük teknenin rüzgara kapalı olan kamarası ancak hanımlara ve çocuklara yetti. Orhan Müs, bu teknenin motorunun volva penta olduğunu ve dünyanın etrafını bu motorun hiç durmadan test edildiğinde iki defa dolaştığını ben gelmeden arkadaşlara anlatmış olacak ki, Almanya dan gelen arkadaşımız sık, sık bunu bizlere anlatarak gülüyordu.
İsmet Demir ilk ve son defa çocuklarıyla bir tatile çakıyor, onlarla beraber denizde bir gün geçiriyordu. Modaya güle oynaya giderken teknede arıza oldu. Aslında adaya gidecektik ama yolda motor tekledi ve açık denize sürüklenmeden zorbela kurtulup kendimizi Moda koyuna attık. Dünyayı durmadan iki defa dolaşacak kadar güçlü motorumuz ancak Modaya kadar gidebilmişti. . Kıyıda motorun şurasıyla burasıyla Orhan Müs uğraşıyor, eğilip kalkarken pantolonunun tam arka kısmının da sökülmesi Orhan Müs’ün sinirli ve asabi haliyle komik bir manzara ortaya çıkarıyordu. Orhan Müs her zaman çok kullandığı kelime olan “Be kardeşim” “biraz bekleyin şimdi olacak” dedikçe öğlen olmasına rağmen karadan denize açılamıyorduk. Derken halimize acıyan bu işten anlayan biri yanımıza geldi. Bujilerini çıkardı. Benzini alıp yaktı, bujileri ona tuttu. Bujiler kuruyup takıldı. Motor çalıştı. Motorumuz Cadde bostanda deniz kıyısında derin olmayan kıyıya çekiyoruz.
İsmetin çocukları yüzme bilmiyor. Fuat kızına yüzme öğretmek için çırpınıp duruyor. Kız da denizi öyle seviyor ki… Denizden hiç çıkmak istemiyor, Özden de onlara katılıyor. Uzunca bir süre yüzdükten sonra, Orhan Müs bizleri tekneye çağırıyor. Çaresiz biz de biniyoruz. , anlaşılan bizi gezdirmek istiyor. Ama kendisi tekneyi hiç iyi kullanamıyor. Kıyıdan açıldık, ilerde sandal kiralamış bir genç de kürek çekerek az ilerimizde gidiyor. Ben, İsmetle burna yakın yerde sohbet ediyorum.
Bizim koca tekne sanki başka yol yokmuş gibi bu sandalın üzerine doğru gidiyor, İsmet ben ve diğer arkadaşlarımız hem Kaptan Orhan Müs’e hemde önümüzden uzaklaşmak için elinden geleni yapan sandaldaki adama bağırıyoruz. Bizim kaptan motorun dümenini sağa, sola hiç kırmıyor, kendi yolunda giden bu sandala doğru gidiyor ve sandala tam ortasına teknemizin burnuyla çarpıyoruz. Çarpmayla sandalın tahtaları kırılacak gibi ses çıkarıyor ve esniyor. Orhan Müs adama bağırıyor! “Yahu ne işin var burada kardeşim?” Adamın aslında hiç suçu yok, ama denizin ortasında sandalı ile tek başına, ne yapabilir? Bizim altımızda tekne ve üstünde de on, on beş kişi, ne desin ki? İsmetle biz adama yapılan bu haksızlığa şahit olmamak için, gülerek teknenin arkasına kaçıyor, güldüğümüzü de kaptanın görmemesi için saklanıyoruz. Diğer arkadaşlar da bir köşeyi çekilmiş kıs kıs gülüyorlar.
Aradan biraz zaman geçiyor. Herkes kendi alemine dalıyor. İsmet buradaki herkesi tanıyor ama içimizde yabancılık da çekmiyor değil. Etrafında hep okuyup yazmış kişiler, farklı davranışları, farklı konuşmaları var. Burada kendisinden işyerindeki haksızlıklar için yardım isteyen kimse yok. Evet, çocukları burada ama bu ona yetmiyor. Onun bu tedirginliğini hissediyorum. Bana yaklaşıyor gözlerini elimde ki kitaba çeviriyor kitabı yeni almışım. Adı: “Gerilla Nedir?” Okumaya da daha yeni başlayacağım. Kitabı elimden alıp arkasına, ön kapağına bakıyor, eline alıp, sayfalarını çeviriyor. Bana geri veriyor. Kitabı geri alırken ona gülümsüyorum oda bana gülüyor. Elini şöyle bir sallıyor. Tekneyi uygun bir yere çekerek denize giriyoruz. Ben hemen yüzerek kıyıdan epey açılıyorum. Döndüğümde teknenin yanında İsmet duruyor ve bana takılıyor. “Yahu şu işi bana bir türlü öğretmeyeceksiniz. Siz şu küçük burjuvalar yok musunuz! Bu işi nasıl halledeceğini biliyorsunuz ama benim gibilerine bir türlü söylemiyorsunuz! bilgilerinizi de hep kendinize saklıyorsunuz” Ben gülümsüyor ve kendisine takılıyorum: “Her şeyi sana öğretirsek yapılacak devrimde bize iş kalmaz, bizi hemen kapı dışarı edersiniz yağma yok” diyorum. Gülüşüyoruz, sonra “İsmet Abi bugün iyi oldu. Bak çocuklar da yanında. Sanırım uzun zamandır onlarla bir arada olmamışsındır” diyorum. “Evet uzun zamandır onlarla birlikte olamadım. Piple Line boru hattı grevinden sonra onları görmeğe eve gittiğimde beni bir yabancı sandılar. Hoş ben de onları çok küçükken evde bırakmıştım. Başka yerde çocuklarımı görsem tanımazdım. Eski evimizden çıkmış başka bir eve taşınmışlar. Evi bulmak için bayağı güçlük çektim”. “İsmet abi” dedim, “Onları bu kadar süre yalnız bırakman hiç hoş değil. Onlar daha çocuk. Ve sana ihtiyaçları var”. “Evet onlar çocuk”dedi. “Ama dünyada o kadar çok daha kötü durumda olan çocuk var ki, tümü kurtulmadıkça ben çocuklarımı kurtarmışım, anlıyor musun, yeter mi?”
Sonra araya başka kişiler girdi, konuşmamız başka yöne kaydı. Bu arada kimi denizde,  kimi teknenin içinde, arkadaşlar guruplaşıyor ve konuşuyorlar. İsmet bir o gurubun konuşmasını dinliyor, sonra bir başka gurubun konuşmasına kulak misafiri oluyor.
Ama bu konuşmalar onun işçilerle yaptığı konuşmalara hiç benzemiyor, mevzuları çok farklı. Sonra rahatta da değil. Şöyle bir akşam olsa, rakıyı bir açsalar, birkaç kadeh içse. Neşesi yerine gelecek, rahatlayacak, o tutukluğunu atacak gerçek İsmet belki de o zaman olacak. Ama bu sıcakta da içilmez ki, gerçi, içki olsa İsmet bunu hiç düşünmez.
Motorumuz moda iskelesine doğru yola çıkıyor, iskeleye daha epey yol var ama iskelede bağlı tekneler bizim motoru tanıyor, sakarlığını biliyorlar. Bizi uzaktan görünce kaçışmaya başlıyorlar. İskelede bizi tanımayan çok az tekne kaldığı ve iskele boşaldığı için kolayca iskeleye yanaşıyoruz. Daha yolumuz var oradan, Kadıköy eski evlendirme salonunun olduğu yere gideceğiz.
Tura katılanlar fazla değil, otobüsün yarısı boş, ben arka sarıda yalnız oturuyorum. Bulunduğum koltuktan otobüsün içindeki bütün yolcuları görebiliyorum. Otobüsün ön camlarını yağmurdan silecekler hızla silmeye çalışıyor. Sileceklerin sesi insanı rahatsız ediyor. Bu yağmurda otele hayırlısıyla varsak diye aklımdan geçiriyorum. Yolda şoförümüz kurallara çok dikkat ediyor. Dikkatimi biraz yola verdikten sonra okuduğum bir kitabın sayfasını çevirir gibi bir başka görüntünün derinliklerine doğru gidiyorum. Havanın da kapanmasıyla içeride insanların birbirleriyle yaptığı konuşmalar bitmiş, kimileri uykuya dalmış, diğerleri de onları rahatsız etmek istemiyor. Otobüsün yolda giderken hızlandığında ya da yavaşladığı, fren yaptığı zaman çıkan seslerden başka ses yok. Otobüsün hızla çalışan ön camının silecekleri sanki yalnız yağmuru değil, puslu havayı da aydınlatmak istiyorlar. Bana bu puslu hava İsmetle ilgili bir başka anıyı hatırlatıyor. .
Sendikada eskiden de çalışırdım. Askerden gelince de hemen sendikanın avukatlığına başladım. Suat ve İsmet abi o akşam önemli birkaç konunun görüşüleceğini akşamüstü sendikada beraber oturup konuşmamız lâzım geldiğini söylediler. Akşamüstü sendikada toplanıp, konuştuk.
Toplantı bittiğinde vakit ilerlemişti. Karnımız da acıktı. Dışarıda yesek paramız yetmeyecek. Sendika da işçi sınıfına inanan ve bağ kurmak isteyen iki üç genç var ama onlar halâ sendikadaydılar. Onlardan ayrı bir şey de yiyemezdik. Sendikada yemeğe karar verdik. Üç dört şişe şarapla küçük bir rakı aldık. Yanlarına meze olarak beyaz peynir, salam, elma ve bol ekmekle sofrayı kurduk. Sendikanın her zaman tabağı kaşığı zaten vardı, çay bardakları rakı içenlere, su bardakları da şarapçılara verildi. Ve sohbet başladı. İsmet şaraba hızlı girdi. Suskunluğu gitti ve açıldı. Ama dili de hafiften sürçmeye başladı. Onun bu halini daha çok seviyoruz. Herkes değil ama İsmet, zaten içince güzelleşir. . Daldan dala konuşmalar devam ediyor. Kimi konuşmalarımızın mantığı da yok ama bir arada bulunmanın sevinci ve ortak konumuz olan Türkiye’nin sorunları bizi bir arada tutmaya yetiyor.
Bir ara nasıl oldu bilmiyorum. Konu Che’den açıldı. Herkesin gözlerinde sanki bir ışık yandı. Herkesin dili çözüldü, muhabbet derinleşti. Onun hakkında o zaman çıkmış olan bir tek kitap var. Ricardo Rojo nun yazdığı “Arkdaşım Che”. Ben de o kitaptan bir şeyler anlatıyorum. Derken konu Mao’ya geliyor, bu defa onun hakkında konuşuyoruz. İsmet Mao mu daha büyük? Che mi daha mı büyük diye bir soru ortaya atıyor? Derken bu sorunun etrafından sarhoş muhabbeti başlıyor. İsmet- Che daha büyük- diyor. Ve bütün karşı savlara Che daha büyük bunu neden anlamıyorsunuz? diye cevap veriyor. Karşı düşüncede olanlara kızıyor. Şimdi adlarını hatırlayamadığım o gençler de, kendilerinden büyük abilerle beraber olmanın çoşkusu içindeler. Sohbetimiz bu minval üzerine devam edip bitiyor. Vakit hayli ilerlemiş, ama boş ver! Sendikadaki bu sohbet var ya içimize öyle bir ışık yakmış ki, mutlu olmak için başka hiçbir şeye ihtiyacımız yok. İsmet’i sendikada bırakarak, umutla evlerimize gidiyoruz.
Eşimin yanıma gelmesiyle kendime geliyorum. “Otobüsün arkasında tek başına ne yapıyorsun?. Bak herkes eşinin yayında senden başka. Gel -ön tarafa gidelim, ön koltuktan etraf daha iyi görünüyor. Bir daha buraları nerden göreceğiz” diyor. Aksiliğim üzerimde; “Ben burada kalacağım burası iyi” diyorum -Ve otobüsün yağmurlu camlarında başka bir anının filmini seyrediyorum.
İsmet’in, Aliağa rafinesindeki grev yüzünden tutuklandığını ve İzmir’de bir Cezaevinde olduğunu biliyorum ama hangi hapishanede onu bilmiyorum. İzmir’deyim, İsmet’i mutlaka ama mutlaka göreceğim. İzmir’in hapishanelerini dolaşıyorum. O zamanlar arabam yok, İzmir’i de çok iyi bilmiyorum. Minibüslerle bir oraya bir buraya gidip duruyorum. Artık bir Buca cezaevi kaldı. Ama orada da yok, fakat İsmet’in Askeri Cezaevinde olduğunu öğrendim ya, o bana yeter. Minibüsler sağ olsun. İstikamet İzmir Narlıdere’deki Askeri kışla. Ama saat de beşi geçti. Kapıdaki nöbetçi subayına avukat olduğumu ve müvekkilim İsmet Demir i görmem gerektiğini söylüyorum. Kapı duvar, vakit geçti diyorlar. Ayrıca cezaevi ta yukarda araba olmadan da gidilmez, araba da yok. Bütün bir günü İzmir’de harca sonra da hiçbir şey yapamadan dön olacak iş değil ama ne yapabilirim. Shakespeare’nin III. Richard’ı aklıma geliyor. Hani savaşı kaybetmiştir ve meydanda tek başına kalmıştır; “Bir ata krallığım” diye bağırır ama o at yoktur. Bir atasözü vardır. ”Kul sıkışmayınca Hızır yetişmezmiş” benim ki de o hesap. Ben ise ne kul, ne de at bekliyorum. Ah bir cemse ya da jip gelse. Eh bu kadar arzu ve isteğe ziyaretçi tanrıçası kayıtsız kalamaz değil mi? Ortaya nerden ve nasıl geldiğini anlamadığım, yukarıya hapishanenin olduğu yere gidecek ikinci dünya savaşından kalma bir cemse çıkıyor. Bu defada şoför mahallinin dolu olduğu, beni yukarıya götürecek görevlinin bu saate olmadığı sorunuyla karşı karşıya kalıyorum bu da son şansım. İsmet’i bir tanımış olsalar bu zorluklarla hiç uğraşmazdım. Ama ne yaparsın ki tanımıyorlar. Benim konuşmalarımla değil ama nöbetçi subayının iyi niyetiyle cemsenin şoför mahallinde değil ama kasada gitmem koşuluyla beni de yanlarına alıyorlar cemseye. Sonbaharın artık son günleri olacak ki yukarıya giderken üşüyorum. Ben hapishanenin kapısına gelince gardiyana İsmet i ziyarete gelen bir avukat olduğu haberi veriliyor. Ben İsmet i beklerken beni alıp İsmet’in kaldığı koğuşa götürüyorlar. İsmet, koğuşun içindeki odaların birinden çıkıyor orada da iki kişinin olduğunu görüyorum. Beni görünce seviniyor, birbirimizin boynuna sarılıyoruz. Uzun zamandır görüşmemişiz. İsmet, İstanbul’dan ayrılalı epey zaman olmuş. Bakıyorum, cemse deki şoför mahallinde oturan ve nöbetçi mahallinde benimle birlikte bekleyen adam da cezaevin de, onu önce görevli biri sanıyorum ama o İsmet in kaldığı koğuşun yanında ve birbirlerine içerden geçilebilen odalardan birindeki iki kişinin yanında ve elbise provası yapıyor. İsmet de bana o iki kişinin bulunduğu odadan gelmişti. Biz İsmet in odasına gidiyoruz. İsmet’e getirdiğim sigaraları ve biraz para veriyorum O adamlar kim diye soruyorum. Bizim konuşma konumuz o adamlara kayıyor. İsmet; onların nurculuktan hapishane de olduklarını, beni getiren cemsenin o terziyi almak için aşağıya indiğini, nurcu koğuş arkadaşlarının mali vaziyetlerinin de yerinde olduğunu dışarıdan yiyip içtiklerinden bahsediyor. Birlikte iyi geçindiklerini, bir sorunlarının olmadığını söylüyor. Bir isteğin sıkıntın var mı? diye soruyorum. Vallaha yok. Dışarıda nasılsa burada da gene öyle. Dışarda da çok rahat değildim biliyorsun ya. Anladın mı?  Evet anladım. Nurcular da bana sigara falan veriyorlar, yemek sorunu da yok. Yatmak dersen. Dışarıda iken kaldığım yerlerden daha rahat bir yer ama burada bir şey yapamamak kötü, elim kolum bağlı, dışarıda insanların bana benim onlara ihtiyacım var. Bakalım ne zaman çıkacağım? diyor. Terzinin provası bitmiş cemse aşağıya onu götürecekmiş, başka araba da gelmezmiş, bizim konuşmamız daha yeni başladı ama yapacak başka bir şey de yok. İsmet’le sarılıp vedalaşıyoruz. İstanbul’a gelince mutlaka bana geleceğini ve bizde kalacağı sözünü alıyorum. Hüzünlü bir şekilde ona tekrar sarılıyorum. Bir yanımı orada bırakarak çıkıyorum. .
İsmet, Aliağa rafinerisindeki grevden sonra tutuklandığı hapishaneden yeni çıkmıştı. İstanbul’a geldiğinde gelip bende kalacaktı O zaman Koca Mustafa Paşa’da oturuyorum. Bana geleceği günü kararlaştırıyoruz. Evim ufak, yakıt bulunmuyor o sıralar. Zaman zaman elektrikler de uzun sürelerle her gün kesiliyor Aralık ayının son günleri yeni bir yıla gireceğiz. Gazeteler her gün yeni cinayetler, faşist saldırılara dair haberlerle dolu. Kış olduğu için evin en küçük odasını ısınmak için seçmişiz.  Yeni evliyim henüz çocuğum yok. Küçük odamızda yemeğimizi yiyip orda oturup gene oradaki somyada da eşimle yatıyoruz. Yatak odamız soğuk olduğu için orada yatamıyoruz. Evlere henüz TV girmemiş. İsmet’e evimi tarif ettim. Geleceği saati de kararlaştırdık, bekliyorum ama halâ yok. Telaşlanıyorum. Pencereden sokağa onun gelip duracağı yere bakıyorum. Elektrikler kesik olduğu için sokakta insanlar da net olarak seçilemiyor. İsmete benzeyen biri hanidir ilerde duruyor. Ama bir tuhaflık var, o İsmet olamaz. Çünkü o adamın bir elinde biri diğerinde biri iki kız çocuğu var. Hava soğuk buz gibi. Tekrar tekrar bakıyorum. İsmet halâ yok. Bir gariplik olacak. Aşağıya inip yola iyice bakayım, karanlıkta hiçbir şey net olarak görünmüyor diyorum kendi kendime. Aşağıya inip yürüyorum. Evet, iki küçük kızı elinden tutan İsmet. Ben hayretler içindeyim. Kış olduğu için hava kararmış İsmet’in bu iki kızla ne işi var diye düşünüyorum. Birbirimize sarılıyoruz. “Ya İsmet, yukarıda seni görüyordum ama galiba benzettim diye düşündüğüm için seni almağa gelemedim. Yanında bu iki küçük kız olunca bu İsmet değildir diye düşündüm” diyorum. “Seni beklerken çok üşüdük yukarı çıkınca anlatırım” diyor. Eve iki küçük kız ben ve İsmet çıkıyoruz. Bu defa eşim şaşırıyor. İsmet’i evvelden o da tanıyor ve çocuklarının da burada olmadığını ve büyük olduklarını biliyor. İki küçük kızla İsmet’in ne işi var? Merakla, o küçük odamıza geçiyoruz. Eşim yemekleri hazırlamış, gaz sobasını yakmışız. Oda sıcak. Sofrayı hazırlamağa eşim bir yandan uğraşıyor. “İsmet abi hadi bu kızların hikayesini anlat” diyorum. O “sofrada anlatırım halâ üşümem geçmedi” diyor. Kapı çalınıyor. Gelen arkadaşım Münir Göker, o da İsmet’i tanıyor ve seviyor. Buluşacağımız zaman oda mutlaka bizlerle olmak istiyordu. İsmet nihayet “Hele oturalım da bu kızları anlatayım” diyor. Kızlarımızın önce paltolarını çıkarıyoruz. Onları sobanın başına alıyoruz biraz ısınıyorlar, bizleri yeni gördükleri için tedirginler. Eşim köfte ve kızarmış patates ile onları doyuruyor. Sıra bize geliyor, kadehlerimize rakılar konuyor, beyaz peynir de masada şöyle birer yudum kadehlerimizden aldıktan sonra İsmet anlatmağa başlıyor. Bana, “sen bilirsin İsmet Alkaya var. Biliyorsun. O matbaacı anlıyo musun?” “Evet İsmet anladım.” “İşte yılbaşı olduğu için işleri çok. Yıl sonu oldu mu eşiyle en az iki hafta matbaa da yatıp kalkarlar. Çocuklar da ufak, bana, madem Nizam a gideceksin şu çocukları da al götür, matbaada onlarda perişan olmasınlar dediler. Ben de aldım, getirdim”. Sonra hep beraber gülüyoruz.
“İsmet abi, hapiste beraber kaldığınız şu İzmir de banka aracını devrimcilere para sağlamak için soyan gençler vardı, onların hikâyesini anlatsana.” İsmet anlatıyor “Gençler dört milyonu araçtan almışlar. Paraları koyacak evde yerleri yok. Arkadaşlarından birinin anne ve babasının yatak odasındaki yatağın altına bir kısmını koymuşlar. Babası ve annesi çocuklar yakalanana kadar paraların üzerinde yatmış”. İsmet diyorum “Geçen yılbaşı hapisteydin, hapishanede yılbaşını nasıl geçirirdiniz?” Biz gözlerimizi ona dikerek cevabını bekliyoruz.
İsmet anlatmaya başlıyor: “Geçen yılbaşı İzmir, Şirinyer Cezaevi’ndeydim. Biliyorsun o aracı soyan gençlerle aynı koğuşta kalıyorduk Yılbaşı akşamı hapishanede ne hazırlığı yapılır ki? İnsanlar anılarına dalmışlar moralleri bozuk ama gençlik her yerde gençliktir. Gene de şakalaşıp gülmekten geri kalmıyorlar. Onlardan Erhan diye bir genç vardı, aramız onunla çok iyiydi. Diğerleriyle de iyiydi. Ama onu evvelden tanırdım, o da sendikacıydı. Diğerleri de bana hep yakınlık gösterirlerdi. Aileleri ne getirirse benimle paylaşırlardı. Ama o akşam bak ne oldu?  Bilirsin Aralık ayında günler iyice kısalır, havanın kararmasıyla insanın neşesi de gider. O akşam da bir hüzün üzerimize çöktü ki sorma gitsin. Sonra gençlerin muzip tavırlarıyla gene kendimize geliyoruz. Saat yediye doğru geliyordu, çocuklar anne babalarının yılbaşı için getirdiği yiyecekleri masaya koymuşlar yiyor içiyor ve konuşuyoruz, meyvemiz da var ama ne rakı ne de şarap da yok. Benim için ise en önemlisi bunlar. Zaten ne zamandır bir şey de içmemişim. Biz sofrada yiyip içerken koğuşun haberleşme penceresi vuruldu. Oysa sayım falan yapılmış, gardiyanların bizimle işi kalmamıştı. Hepimiz sofradan başımıza kaldırıp pencereye baktık. Koğuşun kapısının tam ortasında dışarıdan açılan ama biz içerdekilerin açamadığı küçük görüşme penceresi var ya?  İşte oradan içeriye elinde viski şişesi olan bir el uzandı. . İçimizden biri yemekten kalktı ve viskiyi aldı. El hemen kayboldu. Başka bir şey göremedik hepimiz şaşırmış ve susmuştuk. Sadece kısa süreliğine eli ve viski şişesini gördük. Galiba karacı subayın ya da ast subayın eliydi. Elini uzatırken gördüğümüz elbise kumaşından bunu çıkardık. . Ama acelesi vardı korkuyordu, görünmek de istemiyordu ve hemen geri çekildi ve kaçtı. Bu anlattıklarım saniyeler içinde oldu ve bitti. İşte o an bizleri görecektin. Sanki devrim olmuştu. Önce bir coşkuyla bağırdık, neşelendik sonra bir an hepimiz sustuk ve birbirimize baktık. Yalnız olmadığımızı nice suskun kalbin bizlerle olduğunu hissettik.” İsmet kadehinden bir yudum aldı. Bizler, gözlerimizi İsmetin gözlerine kilitlenmiş konuşmasının devamını beklerken, kendimizi koğuştaki sofrada olanlardan biri gibi hissediyoruz. “Esas mesele viski şişesini aldıktan sonra oldu”diyor ve devam ediyor: Gençlerden biri şişeyi aldı. Herkesin önünde bardakları var, içkiyi ortaklaşa içeceğiz viskiyi dağıtan kendisine en yakın olan Erhan’ın çay bardağına viskiyi koyacak, Erhan eliyle bardağın üstünü kapattı: “Benim payım, İsmet abinin olsun” dedi. Daha sonrakilerde aynı şeyi söylediler ve viskiden kimse almadı. Ben ağlamağa başladım. Şimdi burada da gözüm dolduğu gibi” dedi ve sustu. Hepimiz donup kalmıştık. Masaya bir sessizlik hakim oldu. İsmet abi yani bu viskiyi bir subay mı verdi acaba?  İsmet “Bunu kesin olarak bilmiyorum ve öğrenemedik. Ama ben, hapse girince benimle birlikte sendikacılık yapan sendikanın sekreterlik, saymanlık işlerini gören işçiler de tutuklandı. Onlar bilinçli işçiler değillerdi ve onlarla birlikte olmak hiç hoşuma gitmiyordu. Tutuklandıkları için beni sorumlu görüyor bana karşı aralarında birleşiyorlardı. Huzursuzdum. Sonra İzmir de para nakil aracını soyanlar geldi. Onların içlerinden Erhan Erel’i zaten evvelden tanıyordum. O da sendikacıydı, söylemiştim. Üniversite mezunu çok çalışkan biriydi. Bir oraya bir buraya koşar dururdu YSE de işçileri örgütlemişti, o da yapı iş kolundaydı ama devlete ait iş yerleriyle ilgileniyordu. Diğer tutuklu arkadaşlarıyla gelince hem onların sayesinde yalnız kalmadım, hem de çevremde çelik bir çember oluştu. Cezaevinde ezilmek istemiyorsan çevrenin olması lâzım, kuvvetli olmalısın ya da çok zengin olmalısın. Benim zaten param yok bilirsin. Çevrem desen, o da yetersiz bana kim gelecek de ne getirecek. Meselâ nurcular vardı. Adamlara nerdeyse kamyonla yiyecek içecek gelirdi. Beni geçin, arkadaşım tutuklu gençlere bile çok az şey gelir sıkıntı çekerlerdi. İçerde bakayım gençlerden kimler vardı? Erhan ı söyledim. Bir de onun kardeşi Ercan Erel. Osman Yaşar Yoldaşcan bak bu çocuk o yıl Üniversite giriş sınavı birincisiydi. Fatih Öktülmüş, Yaşar Ayaşlı, Mehmet Çetintaş ve en küçüğümüz olan Selâhattin Bora belki unuttuklarımda vardır. Aklıma şimdi bu kadarı geliyor. Bizimle cezaevinde Gomer olayından tutuklu olanlar vardı. Bunlar gayrimüslimdiler ve iddiaya göre zeytin yağına mazot katmışlardı. Bu işin aslı yoktu. Çünkü Mazot zaten zeytinyağından pahalıydı, mesele Türk tüccarların onların zeytinyağı işini ele geçirmeleriydi. İçerde bulunan nurcular bunları gayrimüslim oldukları için eziyorlardı. Ben tek başıma bir şey yapamıyordum. Erhanlar gelince onlar cezaevindeki bu haksızlığa ve onların ezilmesine komünist ilkeyle karşı çıktılar. Aynı koğuşta kalıyor ve iyi de geçiniyorduk. Hatta bu kişiler bizim gençlere lisan dersi vermeğe bile başladılar. Nurcuların sırtı kuvvetliydi. Nasıl olduysa, bizim koğuştan bu tutuklular alınıp başka koğuşa verildi. Belki diyorum; Gommer olayından tutuklu olan ve bizi sevenler para ile bize viski gönderilmesini organize etmiş olabilirler.”

.

“İsmet abi” dedim,  “Sen, sinemaya falan pek gitmezsin. Bak ben de bir filmin sahnesini size anlatayım. “Spartaküs” adında bir film vardı. Biliyorsun Spartaküs kölelerin isyanını başlatan tarihi bir lider. Roma ordusunu birkaç defa bozguna uğratmış. Bu olay milâttan önce 71 ile 73 yılları arasında olmuş. Tarih yazarı Plutark ondan bahsederken Hanibal değerinde bir komutandı demiş. Roma orduları yenildikçe daha büyük kuvvetle üzerine gelmiş, sonunda yenilmiş. Filmde esirleri bir yere toplarlar ama Spartaküs’ün kim olduğunu bilmiyorlar. O zaman fotoğraf yok, film makinası yok, TV yok ki, Spartaküs’ü tanısınlar. İsmet abi, bilirsin Nazım’ın” Şeyh Bedrettin Destan’nı da Şeyh Bedrettinin yenilgisi şöyle özetlenir:
 “Yenenler, yenilenlerin
Dikişsiz, ak gömleğinde sildiler kılıçlarının kanını “ der.
İşte köleler de Roma Ordusunun karşısında tam bu şiirde anlatıldığı gibidirler. Romalı bir komutan zafer edasıyla gelir ve Spartaküs kim?  diye esirlere sorar. Toplulukta önce bir sessizlik olur, sonra içlerinden biri ayağa kalkar ve Spartaküs benim der, sonra bir diğeri ayağa kalkar Spartaküs benim der ve bütün esirler Spartaküs benim, derler. Abi, biz ABD Emperyalizmi diye bağırıyoruz ama ABD’nin de iki yüzü var, mesalâ öyle aydınlar var ki, işte bu filmin romanını senaryosunu yazan gibi” dememe kalmadan. Münir “evet abi, filmin senaryosunu Dalton Trumbo yazmıştı. Mac Carti döneminde komünist olarak adı çıkan ve film endüstrisinin kara listeye alıp açlığa mahküm ettiği senaristti, rejisörde Stanley Kubrick’di” diyor. Bu defa ben Münir e soruyorum. “Pekiyi bu filmin romanını kim yazmıştı?” Münir kızıyor, eliyle beni göstererek “İsmet abi, Nizam’ın’yaptığına bak evine sanki seninle olmağa değil, imtihana geldik” diyor İsmet ikimize bakarak gülüyor. Ben, susarsanız size bir iki şiir okuyayım diyorum. İsmet abi, “Nazım’dan okursan iyi olur, çoktandır, Nazım ı dinlemedim hapishanede ara sıra okurlardı” diyor. Eşim “İsmet abinin rakısı bitmiş, ben mutfağa gidip geliyorum, çocuklarla ilgileniyorum. Göremedim ama bu ikisine ne demeli?  Yok, senaryosunu kim yazmış yok rejisi kimmiş?  Önce İsmet abi’nin rakısına bakın” diyor. Ben “Niye rakı istemedin?” diye İsmet e soruyorum. İsmet abi, kadehini uzatmakla yetiniyor. Sonra kadehlerimizi güzel yarınlara kaldırıyoruz. Bir dakika susarsanız size seveceğiniz bir şiirini okuyacağım, Diyorum:
Hapiste Yatacak Olana Öğütler
Dünyadan memleketinden
İnsandan umudun kesik değil diye
 İpe çekilmeyip de
 Atılırsan içeriye
şiirini okuyorum, bu defa Münir bir şiir okuyor, diğer şiirleri okurken. Eşim şöyle kenara çekilin, isterseniz biraz ara verelim de şu çocuklara yatacakları yeri yapayım diyor. Çocuklara yatacakları yer sobanın az ötesinde olan İdaş’ın açılır kapanır koltuğunda hazırlanıyor. Sohbete daldan dala atlayarak devam ediyoruz. Zaman çabuk geçiyor, yatma vakti geliyor. Yarın hafta sonu geç kalkabiliriz. İsmet soğuk odalardan birinde yatacak. Biz de gene soğuk olan yatak odamıza gidiyoruz. Artık sabah kahvaltısında sohbet ederiz. Ara sırada uyanınca çocukların üzerlerinin açılıp açılmadığını kontrol ederiz. Diyerek Münir’i, yolcu edip yatıyoruz. (Sonra bu küçüklerden birinin Sinema oyuncusu olduğunu Demir Küçükaydın’dan öğreniyorum acaba onlar da bu geceyi hatırlar mı? )
Rehberimiz otobüsün mikrofonunu eline almış, akşam ne yapacağımızı ve yarınki programı anlatıyor. Ben hariç herkes dikkatli onu dinliyor, benim ise anılarım bölündüğü için canım sıkkın, anılarıma tekrar dönmek istiyorum. o insanları öyle özlüyorum ki…
Ah İsmet, bu sigarayı bu kadar severek ve arzuyla içecek ne vardı?  Johon Steinbeck’in “Bitmeyen Kavga”sını okusan hak verirdim sana. Onu da okumadın ama niye bu kadar içerdin. Hani o kitapta “sendikacının, işçiyle ilişki kurabilmesi için sigara içmesi lazımdır. Gider işçiden sigara ister ya da verirsin sonra konuşmaya başlarsın” diye anlatırdı. Sen her zaman” topraktan öğrenip kitapsız bilen” oldun ama bu sigara seni melun gırtlak kanserine mahkum etti.      .
O dönemde zor bela İsveç yerleşmiş ve yabancı bir ülkede yaşama kavgası veren, orada tutunmaya çalışan iki eşiz insandan biri olan Fuat Fegan onu İstanbul’dan İşveç’e eşi Lâtife ile güç bela sığdıkları evlerine götürdü. İsveç’te neler çektiklerini hiçbir zaman anlatmadılar ama bunu hayal etmek hiç de zor değildi. Çocukları yeni doğmuştu, kendilerine verilen ev zaten küçücüktü, paraları ve yaşam koşulları hiç de iyi değildi. Dil sorunları vardı. Çalışacak iş bulmaları hiç de kolay değildi. Ama onlar bunları bir an bile düşünmediler. İsmet’i sadece İsmeti tedavi ettirmemiz lazım dediler. Hangi para ile bu hastaya bakılır, bu parayı nereden buluruz?  Demediler. Dr. Hikmet’e hayatlarını vakfeden bu iki insan bu defa da İsmet Demir için aynı şeyi duraksamadan yaptılar. İşçi sınıfının biri teorik bir diğeri ise pratik önderi olan bu iki insana dar günlerinde en yakın onlar oldular
İsmet abi, İsveç’te artık tedavisi için yapılacak başka bir şeyin olmadığının anlaşılması üzerine Latife tarafından tekerlekli sandalye ile İstanbul’a getirildi. Gırtlak kanseri ilerlemişti. Artık konuşmalarını duyamıyorduk. Gelirken bir makineyle gelmişti. Bu makine boğazındaki tükürük birikintilerini alıyor onu rahatlatıyordu. İsmet’i önce Eyüp sırtlarında bir eve götürdüler orada onu sevenler. Onunla ilgilendiler. Onlarca genç ona oğlu, kızı gibi sahip çıktı, arkadaşları onu yalnız bırakmadı. İsmet, ölene kadar bu insanların arasında sevgi içinde yaşadı. İnandığı insanlar yanında ve dünyada vardı ve var olacaktı. Hiçbir şey boşuna yapılmamıştı O işçi lideri olmak istememişti başka türlüsünü yapmak elinden gelmediği için, yaptığı mücadele sonunda kendisini işçilerin önderi olarak bulmuştu. Olan bu idi. Ne daha fazla ne de daha azdı, sadece bu kadardı. .
Eyüp de kaldığı eve hafta sonları Aksaray’dan aldığım yiyecekleri bir fileye koyarak gidiyor, İsmet’e bakan bu fedakâr insanlar arasında onunla konuşuyor o da bize söyleyeceklerini bir deftere yazarak iletiyor, kimi tartışmalara İsmet bu yolla katılıyordu. Sonra onu bu evden o aldılar ve eskiden bizim sendikada çalışan ve çok evvel Hukuk’ta iken arkadaşım olan Av. Önder Aktosun’un Şişli’deki evine götürdüler. Bu evde Önder kalmıyor, sadece İsmet’e bakılıyordu. Başına da hastabakıcı konuldu. Artık durumu iyiye gitmiyor ve giderek kötüleşiyordu. Her ziyaretimde onun etrafında bir sevgi çemberinin olduğunu görüyordum. Ayrılırken artık onu bir daha göremeyeceğimi düşünüyor. İnşallah bir daha onu görürüm diyordum. Bazı şeylerin bir dahası olmuyor, Son ziyaretimden birkaç gün sonra onun ölüm haberini aldım. Tarih 18. 03.1979’du.

Cenazesini yanılmıyorsam pazar günü ikindi namazında Topkapı Camii’nden kaldırdık. Hava öylesine güzeldi ki aklıma şairin “ Yaşamak bu kadar güzelken, ölüp gitmek neden “ dizesi geldi. Cami’nin bahçesi kalabalıktı, Sanat çevresinden de epey gelen vardı. Onların bir kısmı İsmet Demiri hiç görmemişler ama adına duydukları saygı nedeniyle camiye gelmişlerdi. İsmet in çocukları da ordaydı. Büyümüşlerdi. Yanlarına gidip, başsağlığı diledim adreslerini telefonlarını aldım. Hiçbir mazeret ileri süremeyeceğim, onları bir defa dahi aramadım. Bu ayıp bu satırları yazarken bana yeter diye düşünüyorum. İsmet in cenazesine polisler gelir iyi bir tören yapamayız zannediyordum. Nasıl olduysa, polisin kör noktasına gelmişti. Cami de hiç polis yoktu. Namazdan sonra gelen çelenkleri alarak cenaze arabasının arkasından Millet caddesinin trafiğini durdurarak toplu halde yürüyüşe geçtik. Birkaç yüz metre sloganlar atarak yürüdük. Onu Topkapı mezarlığında Dr. Hikmet’e çok yakın bir mezara gömdük. Türkiye nin bir döneminde işçi sınıfı için biri teorik biri pratik yönden çalışma yapan birbirlerine benzerlikleri sadece dava adamı olmak olan ama diğer yanları hiç benzemeyen fakat bir arada birbirlerini tamamlayan bu iki insanın hayatı garip bir biçimde kesişmiş ve geriye unutulmaz hatıralar bırakmıştı.
Ben gibi figüranlar ise gene talihin bir cilvesi olarak onları tanıma bahtiyarlığına erişmişti. Daha sonraki yıllarda hemen herkesin Topkapı Mezarlığına yaptıkları ziyaret bu iki eşsiz inanın ziyaretine dönüştü ve devam ediyor, edecek de.
Dr. Hikmet in ölümünden sonra, İsmet Demir ona hiç benzemese de Doktorun manevi mirasını devam ettiriyordu. İsmet her ne kadar daha sonraki yıllarında İstanbul dışında da olsa Doktor’a manevi bakımdan bağlı olan Doktorun eski çevresi bir arada duruyordu. Reel Sosyalizmin çöküşü ve bu ölüm olayından sonra bu çevre dağıldı. Herkes başka bir yöne gitti. Başka yönlere gidenler kendilerince hep Doktorun yönüne gittiklerini iddia ettiler. Kimi Doktor Hakkında kitap da yazdı. Dedikodular anlattı. Türkiye’nin acil çözülmesi gereken sorunu olan Kürt sorunu ile ilgilenen, Ermenilerle empati kurmağa çalışanları hain olarak gören yeni Doktorcular da bu dönemde çıktı. Bir yanda da kuruyan ağacın yıllar içinde köklerinden yeni filizler belirdi. Küllerinden de yeni İsmet Demir’ler, Doktor’lar doğacaktır. Nazım bir şiirinde şöyle der:
“ Ölülerimizi bir duvarın dibine gömeriz,
 Toprağın içine
Bereketli tohumlar gibi”

Nizam Üstündağ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder