Sosyalist Ahlak Bahsinde Bir Büyük Ders
Devrimci komünist ahlak konusunda aldığım iki ayrı işçi önderinden aldığım büyük bir ders vardır. Henüz sosyalizmle tanıştığım yıllarda bilincimin derinliklerine kazınmış bu derslerden birinin öğretmeni İsmet Demir’dir. Diğeri ise TİP”in ‘60’lı yıllardaki ilk Sivas İl Başkanı olan demiryolu işçisi Ali ağabeydir.
Önce Ali Ağabey’in dersini anlatayım… Çünkü İsmet Demir’in aynı konuyu farklı tarzda anlattığı olay, zaman bakımından sonraya denk geliyor ve birbirini tamamlıyorlar.
Lisedeydim (1963) John Steinbeck’in “Bitmeyen Kavga” adlı romanını bitirir bitirmez, yaşımız küçük diye bizi partiye kaydetmeyen, ama “gelip gidin, çok çalışın, devrime en fazla beş yıl var!” diye kulağımızı büken Ali Ağabey’e koştum. Romanın sonunda komünist kahraman ölür ve cenazesi başında toplanan işçilere hitap eden yoldaşı, “Yoldaşlar, o kendisi için hiçbir şey istemedi!” der. Kendisi için hiçbir şey istemeden mücadele etmek… Beni çok etkilemişti ve heyecanla partiye gittim. Ali Ağabey’e romanı gösterdim, okurken beni ürperten o müthiş sahneyi anlattım… Önündeki kâğıtları karıştırmayı bir an kesti ve bana bakıp: “Dangalak!” dedi… “Git bir işçiye, sosyalizm uğruna mücadele edelim, ama kendin için hiçbir şey isteme, de bakalım sana ne diyecek? Kendisi için, çocuğu, evi için istemiyorsa sosyalizmi niye mücadele etsin ki? Sen de eğer bizim için istiyorsan sosyalizmi, geç git. Fedakârlık yok… Severek yapacaksın, isteyerek yapacaksın, kendin için yapacaksın, benim için en güzeli budur diye yapacaksın…”
Roman bir anda söndü… “Fedakârca kendini işçilere adayan” ve kendisi için hiçbir şey istemeden “onlar için” ölen adam, birden bir dangalağa dönüşmüştü.
Çok geçmeden, 6 yıl kadar sonra İsmet Demir’i tanıdım. Marx’ın “o sert ama güçlendirici emek okulu” deyimini okuduğumda, “bunu kastediyormuş” diye düşündüğüm adam!
Perişan sendika odalarında tahta sandalyelerde uyuyup sabahın köründe fabrika önlerinde bildiri dağıtmaya koşturduğumuz nice günü birlikte geçirdiğimiz, kimi zaman hayranlıkla izlediğimiz, kimi zaman “kurtulamadı gitti şu sendikacılıktan” diye çocukça hayıflandığımız kocaman adam!
Onu tanıyana kadar bizim için yapı işçisi, “inşaat amelesi”nden başka bir şey değildi. Bunlardan ne çıkardı ki? Yazın çalışıp kışın köyüne dönen, bir daha işçilik yapıp yapmayacağı belli olmayan gündelikçiler!
İsmet Demir, yalnızca bize değil, kaşarlanmış sendikacılara da onların işçi sınıfının önemli bir bölümünü oluşturduklarını öğretti. Barajların, karayollarının, devasa limanların, hava meydanlarının, demir-çelik, Petro-kimya gibi büyük fabrikaların yapımında çalışan, binlercesinin bir arada yaşadığı şantiyelerde yatıp kalkan büyük bir işçi kitlesi…
Bir gece, kim bilir hangi kavgadan, hangi mitingden çıkıp gelmişiz, “siyasalın kantininde” bitmez tükenmez tartışmalara dalmışız, iki arkadaşıyla çıktı geldi. Ceplerinde şarap şişeleriyle aramıza oturdular. Anlaşıldı ki, İsmet Demir aslında devrimci öğrencileri “kendi mekânlarında” görmeye ve tartışmaya gelmişti. Eleştirisiz tartışma mı olur? Kabul etmediği, yanlış bulduğu o kadar çok şey vardı ki… Tartışma nasıl olduysa “siz ne yaptınız, biz ne yaptık” gibi bir noktaya saptı. Dev-Genç merkez yürütmeden de bir iki kişi vardı. Yanlış kalmadıysa hafızamda, Ruhi Koç, sesini yükselterek ve elini kolunu sallayarak İsmet Demir’e, “biz bu yola hayatımızı koyduk, hayatımızı! Siz ne koydunuz?” dedi…
Aslında bu kadar keskinleşecek bir gidişatı yoktu konuşmanın ama oldu bir kere!
Bir anlık bir sessizlik arasında, İsmet Demir’le birlikte gelen işçilerden biri ceketinin cebinden şişeyi çıkarıp büyük bir yudum çekti… İsmet Demir, elini kafasına götürdü… Kirli ve eski kasketini yavaşça çıkardı… Tam burnunun hizasına getirmişten elini hızla masaya vurdu:
“Şapkamızı koyduk lan!”
Gereksiz gerginlik bir anda ortadan kalktı… Herkes gülüyordu… Şaraplar bir kez daha çıktı ceplerden, biraz daha sohbet edildi ve kalktılar…
“Fedakârlık” kelimesini o günlerden sonra en azından kendim için kullanmamaya dikkat ettim.
Bir işçinin büyük laflar etmeden, kendini feda ettiğini hiç aklına getirmeden, kibirsiz böbürlenmesiz mücadele edişini anlamaya çalıştım.
Sosyalizm için mücadele ederken, neden fedakârlık etmiş olsundu ki… Karşılığında bir dünya kazanacağı bir mücadeleye girmişti… Yeni bir hayat, özgürlük, tokluk, kazanacağı bir mücadele! Bunun yerine ekmeğinden ötesini görmemeyi seçseydi, işinde gücünde, rahatında bir adam olsaydı, gündüz iş, akşam kahve yaşayıp gitseydi daha iyi mi olacaktı? Seçenekleri neydi de o daha kötü olanı seçmiş ve kendini feda etmişti? Kabuğunda bir böcek gibi yaşamaktansa zorlu mücadeleyi seçtiyse, neyi feda etmişti?
Bir öğrenci için elbette “parlak bir gelecek, mutlu bir aile, küçük de olsa bir ev” ile karşı karşıya gelen devrimci hayat, bir fedakârlık gibi görünecektir.
Sonunda bunun gelip dayanacağı bir duvar var! Yeter artık, benden bu kadar diyeceği bir sınır! Fedakârlık hep fedakârlık, nereye kadar?
Evet, biz devrimci öğrenciler, “kendimiz için hiçbir şey istemeden”, “hayatımızı koyarak” mücadele ediyorduk… İsmet Demir gibi İşçiler, kendileri için sosyalizm istiyorlar ve bu yola yalnızca şapkalarını koyuyorlardı! Çünkü bu zaten onların hayatıydı… Ayrıca konulacak bir şey değil, yaşanıp giden bir hayattı mücadele. İsmet Demir’in, davaya hayatını koymuş olmakla kendisini ezebileceğini sanan “keskin devrimci” karşısında hiç düşünmeden, zaten öyle olduğu için hiç süslemeden söyledikleri, eksiksiz bir komünist ahlak dersiydi aslında.
Tıpkı TİP’in Sivas il örgütünde “kendin için istemiyorsan sosyalist olma” diyen demiryolcu Ali Ağabey gibi, o da bütün varlığıyla kendine yakışan bir dünyada yaşamak istiyordu. Bunun yalnızca sosyalizmle mümkün olduğundan şartsız kayıtsız emindi. O hedef için yaptığı her şey kendisi için ve kendisi tarafından seçilmiş biçimde yapılıyordu. Neşeyle, öfkeyle, duyguyla, zamanında ve yerinde şarabını da içerek yürütüyordu mücadelesini… Uyandırdığı her işçinin zapt edilmiş bir burjuva kalesi olduğunu biliyordu ve bu onun için en büyük mutluluktu.
Kendisi için daha ne isteyebilirdi ki?
Aydın Çubukçu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder