27 Aralık 2012 Perşembe

DOĞAN ÖZGÜDEN'İN SEMPOZYUMA SUNACAĞI YAZI

Reply to sender [R]

  • .doc
    Dogan Ozguden - Geberen Kapitalizmden Yon Hareketinin Sınıfsal Elestirisine.rtf
 

Geberen Kapitalizm'den 27 Mayıs ve Yön Hareketinin Sınıfsal Eleştirisi'ne


İzmir’de bir yandan yüksek öğrenime devam ederken öte yandan da gazeteciliğe yeni başladığım günlerdi. Konak Meydanı’ndan Beyler Sokağı’na girildiğinde, sağa sapan sokaklardan birinin tam ağzında eski kitaplar satan bir sahaf vardı. Bilgi açlığımı gidermeme çok katkısı olmuştu.
Bırakın komünizm ya da sosyalizm kelimelerini, "sol" kelimesinin dahi tabu olduğu dönemdi. Yerdeki tezgahta kapağında sosyalizm kelimesi yazılı İngilizce bir kitabı bulduğumda çok heyecanlanmış,  endişeyle çevreyi kollayarak satınaldığım kitabı gece gazeteyi bağlayıp baskıya verdikten sonra yarımyamalak İngilizcemle, sık sık lügata bakarak okumaya çalışmıştım. İngiltere İşçi Partisi’nin "sosyalizm" adı altında tezgahlamaya çalıştığı sosyal reformcu bir kitaptı.  Sonuna kadar okumağa değer bulmadığım için bir kenara atmıştım.
Aynı sahaftan bir başka geçişimde, kapağı solmuş bir yığın eski kitap arasında biri, kapaktaki adıyla hemen ilgimi çekti : Emperyalizm – Geberen Kapitalizm… Yazarın adı: Hikmet Kıvılcım (ya da Kıvılcımlı). 1930 yılında basılmış, herhalde yasaklanmış olmalı ki yıllar sonra bir evin tozlu tavan arasından buraya düşmüştü.
Yüksek Ticaret Okulu’ndaki işletme iktisadı derslerinin önemli bir bölümü, işletmenin verimliliğini artırmak için işçilerin daha iyi nasıl sömürülebileceği üzerineydi. İktisadi doktrinler tarihi dersleri ise Adam Smith ve David Ricardo’da duruyor, Marx’tan, Engels’ten tek kelime bahsedilmiyordu.
İsmini ilk kez duyduğum Kıvılcımlı’nın kitabını genç bir iktisat öğrencisi olarak büyük bir öğrenme hırsıyla okudum.
Kıvılcımlı’nın dili kılçıklıdır, anlaşılması zordur. Ama kapitalizmin evrensel boyutunu, Türkiye üzerindeki etkisini ve evrensel sömürüye karşı sosyalist mücadelenin gerekliliğini ilk kez ak kağıt üzerine siyah mürekkeple basılmış olarak öğreniyordum.
Ne yazık ki 12 Mart darbesinde Türkiye'de tüm arşivlerim ve kitaplarım tahrip ve talan edildiği için yıllarca en değerli referans kaynaklarından biri olarak sakladığım bu eser artık elimde yok.
Gazeteciliğin yanısıra genç yaşta gazetecilerin sendikal örgütlenmesinde de sorumluluk üstlenmiş, solun sosyo-ekonomik mücadelesinde yeralmıştım. Daha da önemlisi, 1951-52 TKP davasından beraat eden ya da ceza süresini dolduran "eski tüfek"lerden bazıları İzmir'e gelmeye başlamışlardı. Ama örgütün ağır topları hâlâ içerideydi. Kıvılcımlı'yı sorduğumda, kimisi onu örgütlenmeden kaçarak kendisini tutuklanmaktan kurtarmakla suçluyor, kimisi de Kıvılcımlı'nın örgütlenme yöntemini hatalı bulduğu için partiye katılmayı reddettiğini, bu nedenle de tutuklanmadığını söylüyordu.
1954 sonbaharıydı. Vatan Partisi adı altında bir sol parti kurulduğu haberi geldi. Kurucu genel başkanı Ahmet Cansızoğlu’ydu, ama aynı yıl yapılan ilk genel kurulda genel başkanlığa oybirliğiyle Dr. Hikmet Kıvılcımlı seçilmişti.
Konak Meydanı’na yakın bir yerde bir fotoğraf atölyesi bulunan, daha ilerideki yıllarda TİP saflarında beraber olacağımız Esat Balım İzmir’deki örgütlenmenin başını çekiyordu. Kıvılcımlı’yı Geberen Kapitalizm kitabından ismen tanıyordum, ama 1951 tevkifatına adı karışmış olan "eski tüfek"ler bu yeni girişime pek de sıcak  bakmıyorlar, kimisi parti programını popülist buluyor, kimisi de mevcut yasal koşullarda bir sol partinin yaşama şansı olmayacağını düşünüyordu.
1957 yazında açıklanan "Vatan Partisi Programı"nda 6-7 Eylül 1955 pogromunu tezgahlayan, sola karşı giderek daha baskıcı uygulamalara girişen Menderes iktidarından övgüyle bahsedilmesi, muhalif bir gazeteci olarak beni de şaşırtmıştı. Geberen Kapitalizm'in yazarı tarafından kurulmuş da olsa, Vatan Partisi bizim beklediğimiz parti değildi.
Vatan Partisi çeşitli illerde olduğu gibi İzmir’de de 1957 genel seçimlerine katıldı ama sayısal bir başarı gösteremedi. Bir süre sonra da parti mahkeme kararıyla kapatıldı, başta Hikmet Kıvılcımlı olmak üzere tutuklanan yöneticileri üç yılı aşkın bir yargılamadan sonra 27 Mayıs 1960 Darbesini izleyen günlerde beraat ettiler.
Kıvılcımlı 27 Mayıs Darbesi’nden sonra sol adına Milli Birlik Komitesi’ne mektup gönderen iki tanınmış sol aydından biriydi. Diğeri Mehmet Ali Aybar'dı.
Kıvılcımlı 6 Temmuz 1960 tarihli mektubunda askeri yönetimi "ikinci kuvayi milliye seferbirliği"ne çağırıyordu : "Birinci kuvayi milliye seferberliğinde olduğu gibi: Yedisinden yetmişine, çobanından mareşaline kadar, demir çarık, demir asa: Ucuz devlet-şuurlu ticaret toprak reformu uğruna, ikinci kuvayi milliye seferberliğine çıkmalıyız."
27 Mayıs darbecilerinin daha ilk günden tüm Türkiye radyolarında "NATO’ya ve CENTO’ya bağlılık" yemini ettikleri bilindiğinden Kıvılcımlı’nın bu çağrısı da sol çevrelerde bayağı tepki yaratmıştı.
Yeni dönemde Yön Dergisi'nin yayına başlaması sol görüşlerin kamuoyunda daha geniş biçimde tartışılmasına yolaçmıştı, ama dergi yöneticilerinin "sosyalizm" adı altında "Kadro"geleneğine sadık, askere öncülük misyonu tanıyan tepeden inmeci bir anlayış içinde oldukları ortaya çıkınca, işçi sınıfı öncülüğünü esas alan sosyalistler sendikacıların kurduğu ve Aybar'ın genel başkan olduğu Türkiye İşçi Partisi'nde saf tuttular.
Beraat ettirilmiş olmasına rağmen Vatan Partisi'nin yeniden hayata geçirilmemesi nedeniyle Hikmet Kıvılcımlı'ya yakın bilinen birçok arkadaş da hiç tereddütsüz TİP saflarına katıldılar. O kadar ki, 1964'teki 1. Büyük Kongre'de devrimci gençliğin ve emekçi aydınların parti yönetiminden dışlanmasına karşı çıkan ilk muhalefet grubunun Aybar-Boran ikilisi tarafından partiden tasfiye edilmesine hiçbir şekilde muhalefet etmediler, aksine bu operasyona destek oldular.
Parti içi demokrasi bir kez ayaklar altına alınmaya başladı mı arkası kesilmiyor.
Yön Dergisi'nin 1966'da açtığı TİP'e eleştiri kampanyası çerçevesinde Mihri Belli'nin ilk kez E. Tüfekçi imzasıyla Milli Demokratik Devrim tezini ortaya atmasından sonra TİP saflarında da yeni bir ayrışma başlamıştı.
1966 sonunda Malatya’da toplanan 2. TİP Büyük Kongresi’nden sonra da bu kez Hikmet Kıvılcımlı ve Mihri Belli'yle ilişkisi olan partilileri hedef alan yeni bir tasfiye kampanyası açıldı.
Aybar-Boran yönetiminin 1. Kongre'den itibaren sosyalist gençliğe karşı gösterdiği güvensizlik ve hattâ ilgisizlik, parti çizgisini pasifist bulan devrimci gençleri partinin kara listeye aldığı Hikmet Kıvılcımlı ve Mihri Belli gibi eski TKP liderlerine yakınlaştırıyordu.
Kıvılcımlı, Yön'ün kapanmasından sonra Mihri Belli çevresinin MDD tezini savunmak üzere 17 Kasım 1967'den itibaren yayınlamağa başladığı Türk Solu Dergisi'ne yazmağa başladı. Dergide Mihri Belli, Reşat Fuat Baraner, Hikmet Kıvılcımlı, Erdoğan Berktay gibi eski TKP liderlerinin yanısıra, "milli cephe"nin nüvesini oluşturmak üzere 27 Mayıs’çılardan Suphi Karaman ve Sami Küçük'ün imzalarına da yer veriliyordu.
Bu dönemde, eski TKP’lilerin sosyalist ülkelere sığınmış olan Zeki Baştımar, İsmail Bilen ve Aram Pehlivanyan gibi Mihri Belli karşıtları  da gerek Bizim Radyo Yayınları'nda, gerekse Türkiye'ye ulaştırdıkları broşürlerde, özünde MDD'den farklı olmayan Ulusal Demokratik Devrim (UDD) propagandası yapıyorlardı.
Bu kavram kargaşasında en azından TKP gerçeğine ışık tutabilmek için ilk kez Ant’ın 12 Aralık 1967 tarihli sayısında TKP kurucusu Mustafa Suphi ve Yoldaşları’nın 1920’de Karadeniz’de nasıl alçakça katlediklerini ortaya koyan bir yazı yayınlama gereğini duyduk.
60’lı yılların ikinci yarısı dünyada ulusal kurtuluş hareketlerinin ve sosyal devrimlerin başarıdan başarıya koştuğu, özellikle 1968 öğrenci ayaklanmalarından sonra Batı’nın büyük metropollerinin devrimci bir uyanışla sarsıldığı bir dönemdi. Ama uluslararası komünist hareket artık Komintern dönemindeki gibi yekvcut değildi. SSCB-Çin ideolojik çatışmasına bir de Arnavutluk'un ayrı bir mihrak oluşturması eklenmişti. Çekoslovakya’nın Varşova Paktı üyesi ülkeler tarafından işgal edilmesi ise kafalarda birçok soru işaretlerinin doğmasına yolaçmıştı.
Dahası yaklaşan genel seçimlerde, milli bakiye sisteminin kaldırılmış olması nedeniyle TİP’in aynı sayıda milletvekili çıkaramayacağının anlaşılması, parlamenter çalışmaya ağırlık veren TİP yöneticileri arasında da yeni çatlaklar doğmasına yolaçıyordu. Örneğin Behice Boran ve Sadun Aren Çekoslovakya olaylarının yorumunu bahane ederek, daha düne kadar tüm parti için tasfiyeleri birlikte yürüttükleri Aybar’a karşı bayrak açıyorlardı. Aybar Grubu’nu tasfiye ettikten sonra da “MDD’cilerin mezarını kazacağız” kampanyası başlatıyorlardı.
MDD’ciler ise kendi içlerinde bölünme ve ayrışma sürecine girmişlerdi. Kırmızı Aydınlık – Beyaz Aydınlık bölünmesini Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya gibi devrimci gençlik liderlerinin başını çektiği illegal örgütlerin ve de Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın sol siyasete ağırlığını koyması izledi.
Türkiye legal sosyalist hareketinin 12 Mart 1971 darbesine kadar son dört yıllık dönemi gerçekten de misli ender görülmüş bir ayrışmalar ve tasfiyeler dönemiydi.
Türkiye komünist hareketinin önde gelen isimleriyle, hangi eğilimde olurlarsa olsunlar, ilişki kurmak, geçmişi geleceğe bağlayan bir yayın çalışması geliştirmek istiyorduk.
70’li yıllardaki yayın çalışmalarımızda en çok önem verdiğimiz konulardan biri ulusal burjuvazi diye göklere çıkarılan kesimlerin sınıfsal konumunu netleştirmekti. Bu konuda başta Koç Holding ve OYAK olmak üzere finans kapitalin ana dayanaklarını belgelerle teşhir ediyorduk.
Türkiye’de finans kapital üzerine köklü analizleriyle tanınan Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yla ilişki kurma önerisi, o sırada Ant’ın yazı kuruluna girmiş olan Ragıp Zarakolu’dan geldi.  MDD hareketinin liderlerinden                            sayılan Kıvılcımlı esasen son zamanlarda Mihri Belli’nin sol kemalistlerle ittifaka ağırlık veren tutumunu sık sık eleştirmeye başlamıştı. Gerçekten de bu ittifak arayışının antikomünist eğilimi bilinen eski cuntacılardan Mucip Ataklı'nın başkanlığında Devrimci Güç Birliği'nin kurulmasına kadar vardırılması kolay kabullenilebilecek bir şey değildi.
Ragıp’ın Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yla “burjuvazi üstüne” yaptığı bir söyleşiyi 27 Ocak 1970 tarihli Ant’ta yayınladık. Genç yaşta Geberen Kapitalizm adlı kitabından, tüm analizlerini paylaşmasam da Türkiye tarihini Marksist yöntemle yorumlayan Tarih tezinden çok şeyler öğrendiğim bir komünist düşünürün güncel kapitalizm üzerine bir söyleşisini yayınlamak benim için gerçekten son derece sevindiriciydi.
Kıvılcımlı’yı sık sık ziyaret eden Ragıp kendisinin 27 Mayıs hareketini ve Yön’ü eleştiren basılmamış bir kitabı olduğunu söyleyerek bunu da Ant’ta yayınlamamızı önerdi.
Kitabı yayınlamadan önce Kıvılcımlı’yı muayenehanesinde ziyaret ederek saatlerce görüştüm. Bu, kısır MDD tartışmalarının ötesinde Türkiye’nin siyasal ve sosyo-ekonomik sorunları ve bunların çözümyolları üzerine derinlemesine bir söyleşiydi. Koç Holding, OYAK gibi finans kapital kurumları üzerine yaptığımız yayınlardan takdirle bahsetti. Türkiye solunun ülke gerçeklerini derinlemesine tanımadan marksist terminolojiyle ağızdan dolma tüfek gibi ahkâm kesenlerin polemikleriyle bir yere varamayacağını söylüyordu. “Siz yıllarca günlük gazete yöneticiliği yaptınız. Bu sömürü çarkının nasıl döndürüldüğünü çok iyi tanıyorsunuz. Sola sizin gibi ülke gerçeklerini gün ışığına çıkartacak genç gazeteciler, araştırmacılar kazandırmalısınız,” diyordu.
“27 Mayıs ve Yön hareketinin sınıfsal eleştirisi”ni 1970 Nisan’ında yayınladık.
Kitabın yankıları devam ederken Türkiye sol hareketinin gündemini birdenbire değiştiren 15-16 Haziran direnişi patlak verdi. Ordunun bu direniş karşısında büyük sermayeden, oligarşiden yana saf tutması, sendikacıları ve grevcileri işkenceden geçirmesi,  “Ordu-gençlik elele”li avuntu döneminin de sonunu ilan ediyordu.
Hikmet Kıvılcımlı’nın Sosyalist Gazetesi, Orhan Müstecaplı’nın yönetiminde bu dönemde yayınlanmağa başladı. Ama biz de dahil tüm sol çevreleri şaşırtan, Sosyalist'in 12 Mart Muhtırası'ndan sonraki ilk sayısında yeralan "Ordu Kılıcını Attı" manşetiydi.
Bu manşete rağmen, 12 Mart 1971 Darbesi’ni izleyen sıkıyönetim döneminde Ant dahil tüm sol yayınlar gibi Sosyalist de kapatıldı, yöneticileri hakkında tutuklama emirleri çıkartıldı. Bizim gibi Kıvılcımlı da illegal yollardan sürgüne çıkmak zorunda kaldı. Türkiye komünist hareketinin en önemli simalarından biri, TKP yönetiminin söz geçirdiği SSCB disiplinindeki devletlerin hiçbirinin toprağına kabul edilmedi.
TKP’nin en eski liderlerinden biri olan Kıvılcımlı’ya kanserle boğuşurken çıktığı sürgün yaşamında TKP’nin o dönemki yöneticileri tarafından reva görülen insanlık dışı engellemeler herhalde Türkiye sol tarihinin en kirli sayfalarından biridir.
Sürgünde Kıvılcımlı’yla tekrar karşılaşamadık. Ama onun yakını olan ya da yakını olduğunu söyleyen çok kişiyle yollarımız zaman zaman kesişti.
Örneğin, Türkiye'den tanıdığım ve 1972'de Paris'te kaçak olarak Demokratik Direniş Hareketi'ni örgütlemeye çalışırken karşılaştığımız Fransa Türk Öğrenci Birliği başkanı Hüsnü Dilli kendi çevresindeki gençlerle bir Kıvılcımcı grup oluşturmuştu. L'Humanité şenliklerinden birinde TKP'lilerinkine rakip bir stand açtıklarını da anımsıyorum. Ne ki bir süre sonra Bilen ve çevresinin Bizim Radyo’da ve TKP’nin Sesi Radyosu’nda Kıvılcımlı’ya yönelttiği çirkin suçlamaları unutmayı tercih ederek saf değiştirdi ve TKP’lilerin kontrolunda geçen DİSK’in baş uzmanlarından biri oldu.
O yıllarda Kıvılcımlı taraftarlarının TKP çizgisindeki FIDEF'e rakip olarak kurduğu işçi örgütü TDF ise bir süre direndikten sonra silindi.
Avrupa’da ilk plağını yayınlamağa hazırlandığımız günlerde Zülfü Livaneli de kendisini ateşli bir Kıvılcımlı yanlısı olarak tanıtmıştı. Müzik çalışmaları ötesinde Avrupa'da Kıvılcımlı düşünceleri temelinde örgütlenmeyi sağlama misyonu olduğunu söylüyordu.
İlk plağında yeralan Dede Sultan türküsünü aslında Dr. Hikmet Kıvılcımlı'yı düşünerek repertuvarına almıştı. Anlattıklarına göre, nasıl Şeyh Bedrettin'in en yakın müritleri Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal ise, Dr. Hikmet Kıvılcımlı da kendisine en yakın iki müridi olarak Zülfü Livaneli'yi ve Fuat Fegan'ı seçmişti. Ama arkası gelmedi.
Fuat Fegan’la 1973’te Londra’da karşılaştık. Büyük bir sorunla karşı karşıyaydı. Kıbrıslı olarak İngiliz pasaportu vardı, ama İngiliz polisi kendisine adada oturma izni vermeyi reddediyordu. Bana bu konuda uluslararası planda nasıl mücadele verebileceğini sormuş, ben de gerek Bülent Tanör'le, gerekse Avrupalı hukukçularla görüşerek kendisine bazı bilgiler aktarmıştım. Ama bundan sonra da Fuat'tan hiçbir haber alamamış, izini kaybetmiştim.
Kendisinin eşi Latife Fegan’la birlikte Kıvılcımlı arşivlerinin Türkiye’den kaçırılıp Avrupa’da güvenilir bir tarih enstitüsüne teslim edilmesindeki olağanüstü çabalarını sonradan iftiharla öğrendim.
İlerleyen sürgün yıllarında öğrendiğim çok önemli bir tarihi gerçek ise, Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın daha 1933 yılında hapisteyken Kürt Sorunu'nun önemini vurgulayan bir inceleme yazmış olmasıdır. TKP'nin ve onun bağlı bulunduğu Komintern'in Kemalist diktatörlüğü rahatsız etmemek için yoksaydıkları bir soruna, tüm görüşlerine tam katılınmasa bile, eğilmiş olması müstesna bir olaydır.
Ne yazık ki İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark) adlı bu çalışma ancak kendisinin ölümünden sonra, 1979'da bizlere ulaşabilmiştir.
Yaşamı boyunca son derece üretken olan Kıvılcımlı'nın bu çalışmadan sonra Kürt sorununu bir daha gündeme getirmemiş olması, özellikle de bu sorunun enine boyuna tartışılmaya başladığı, İsmail Beşikçi'nin üzerine bilimsel kitap yazdığı, Türkiye İşçi Partisi'nin ileride kapatılmasına neden olacak bir karar tasarısı kabul ettiği bir dönemde suskun kalması izah gerektiren bu soru olarak karşımızda durmaktadır.
Umuyorum ki, Kıvılcımlı ve Kürt Sorunu üzerine değerli çalışmalar yapmış olan arkadaşlarımız bu konuya bir açıklık getireceklerdir.
Doğan Özgüden
Brüksel, 27 Aralık 2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder