17 Aralık 2012 Pazartesi

GARBİS ALTINOĞLU'NUN SEMPOZYUMA SUNACAĞI "HİKMET KIVILCIMLI'NIN ORDU VE DEVLET SORUNUNA YAKLAŞIMI" BAŞLIKLI YAZISI

                      Hikmet Kıvılcımlı'nın Ordu ve Devlet Sorununa Yaklaşımı
                                                  Garbis Altınoğlu

Başlarken

Kendisini sosyalizm davasına adamış, ömrünün neredeyse üçte birini cezaevlerinde geçirmiş, Türkiye'nin özgül niteliklerini kavramak için büyük bir uğraş vermiş, Osmanlı toplumunun yapısını derinlemesine incelemiş, uzun yıllar önce Türkiye'de dinin yeri ve kadının konumu sorunlarına eğilmiş, Türkiye'nin ve özellikle Türkiye Kürdistanı'nın oldukça ayrıntılı bir sınıfsal analizini yapmış, buna rağmen -ya da belki de bu yüzden- Partisi tarafından dıştalanmış, binbir emekle ortaya koyduğu düşünceleri sağlığında görmezden gelinmiş, ömrünün son demlerinde bir kez daha Türk burjuva devletinden kaçmak zorunda kalmış, ağır hasta olduğu halde sosyalist saydığı ülkelere alınmamış ve yaşama haklı bir kırgınlıkla gözlerini yummuş olan bir insanı eleştirmek kolay değil. Çalışmalarının kapsamı dikkate alındığında, Hikmet Kıvılcımlı'nın (HK) görüşlerini değerlendirmeye girişen her aklıbaşında ve vicdan sahibi eleştirmen bu işin çok ciddi bir entellektüel çaba gerektirdiğini ve böyle bir çalışmanın uzun da olsa bir makalenin sınırları içine sıkıştırılamayacağını anlar. Analizlerinin mantığı ve niteliği ve siyasal ve taktiksel öneri ve girişimlerinin bu analizleriyle bağları dikkate alındığında HK'nın salt belli ve sınırlı bir alana ilişkin görüşlerinin eleştirisi bile, her zaman biraz eksik ve belli ölçüde yüzeysel kalmaya mahkum olacaktır. Ama ben bütün bunların, HK'nın dürüst ve ilkeli bir tarzda eleştirisine engel olmaması gerektiği kanısındayım.

Bakış Açısı

Kendisini komünist olarak tanımlayan bir insanın ya da örgütün, ordu ve devlet sorununa ve aynı anlama gelmek üzere kendi burjuvazisine yaklaşımı, onun bu iddiasını test etmede her zaman belirleyici bir ağırlığa sahip olmuştur. Kendi burjuvazisine ve dolayısıyla onun devletine ve bu devletin esas öğesini oluşturan ordusuna karşı açık ve uzlaşmaz bir karşıtlık içinde olmayan ve yeni ve sınıfsız bir toplumsal düzenin kuruluşunun, sömürücü sınıfların devlet aygıtının yıkılmasını öngerektirdiğini unutan bir kişi ya da örgütün, komünist ya da devrimci olma/ kalma iddiası tamamen geçersizdir.
Bir başka önemli nokta: Lenin'in yukardaki alıntısında dile getirdiği uyarı-değerlendirme, devlet fetişizminin ve devlete biat etme kültür ve geleneğinin çok güçlü olduğu Türkiye toplumu içinden yetişen devrimci ve komünistler için başka yerlerde olduğundan daha büyük bir önem taşır. Türkiye insanı; Allah'ın devlete ve millete zeval vermemesi gerektiğine olan inancını ve Osmanlı-Türk gericiliğinin ürettiği ve beslediği devletlû" önyargıları deyim yerindeyse anasının sütüyle birlikte emmekte ve -asla okul sıralarında öğrendiklerinden ibaret olmayan- eğitim sürecinde içselleştirmektedir. Devrimcileşme süreci yaşayan her Türkiyeli'nin, işte bu devletçi önyargılardan kurtulmasını sağlayacak inatçı ve kararlı bir negatif ya da tersine eğitim" süreci yaşaması gerekliliği tam da bundan kaynaklanır.
Giriş
Yazılarını dikkatlice okuyanlar HK'nın, konumuz açısından görmezden gelemeyecekleri bir temel hatasını görmekte zorluk çekmeyeceklerdir. Kabul edilemez nitelik taşıyan bu temel hata ordunun, Osmanlı-TC tarihinde oynadığı role ilişkindir. Ona göre ordu, gerek Osmanlı'nın özellikle ilk 200 yıllık yükselme döneminde ve gerekse Türkiye'de hep ilerici ve hatta devrimci bir rol oynamıştır. (Bu saptama da yazarın, burada ele alamayacağım Tarih Tezi'ne dayanmaktadır.) Dahası HK burada, sadece Türkiye'nin geçmişine ilişkin bir değerlendirme yapmamaktadır; o burada Türkiye'nin önündeki devrimci süreçte de orduya ya da kendi deyişiyle ordu gençliğine/ proletarya aydınlarına özel bir rol biçmektedir.
HK'da bu temel hatadan kaçınılmaz bir biçimde türeyen, aynı ölçüde önemli üç önemli hatalı eğilim daha bulunmaktadır. Bunlar; a) Gerek Osmanlı'da ve gerekse Türkiye'de egemen sınıf ve klikleri temsil eden bazı kişilerin ilerici ve demokratik roller üstlenebilecekleri yolundaki anti-Marksist ve Menşevik sav, b) işçi sınıfına ve onun önemine ilişkin onca vurguya rağmen işçilerin ve diğer sömürülen yığınların kendiliğinden-gelme ve bilinçli eylemlerine karşı mesafeli ve duyarsız bir duruş ve c) Hristiyan topluluklara ve Kürt halkına karşı milliyetçi ve devletçi yaklaşımdır.
Ama, HK'nın hatalarına biraz daha “hoşgörüyle bakmamızı gerektiren hususları da unutmamalıyız: Herşeyden önce o, bizim bugün erişebildiğimiz daha zengin ve çeşitli kaynaklara ulaşma olanağından yoksundu. Araştırmalarını zor koşullarda yapmıştı ve o dönemin teoriye önem vermeyen TKP'sinin ideolojik-kültürel ortamı içinde savaşım vermişti. HK'nın siyasal yaşamının büyük bölümü, devrimci hareketin kitle tabanının çok dar, siyasal özgürlüklerin son derece kısıtlı ve kaba anti-komünizmin egemen olduğu tek parti diktatörlüğü (1923-50) ve Bayar-Menderes (1950-60) dönemlerinin Türkiyesi'nde geçmişti. Son olarak, yazarın yaşadığı ve kısmen objektif koşullardan, kısmen TKP kadrolarıyla yaşadığı sorunlardan ve kısmen de kendi kişisel tercihlerinden kaynaklanan izolasyon ortamında, düşüncelerini başkalarıyla tartışarak olgunlaştır(a)maması da önemli bir dezavantaj oluşturuyordu.
Bu yazıda, özellikle devlet ve ordu sorununda ve bununla ilintili bir dizi sorunda HK'dan bize kalanın, çok önemli oportünist hatalarla sakatlanmış bir miras olduğunu göstermeye çalışacağım. Ancak, HK gibi uzun siyasal kavga yaşamı boyunca bir dizi alanda pek çok ürün vermiş olan bir kişi hakkında yapılacak haklı eleştirilerin de bazı istisnalarının olacaktır. Bu istisnalar esas olarak HK'nın, YOL I ve YOL II adlı kitaplarındaki yazılarını yazdığı ve devrimci ve enternasyonalist bir konumda bulunduğu dönem için geçerlidir. Yazarın, 1930'ların sonlarından başlayarak negatif bir ideolojik-siyasal evrim geçirdiğini ve daha milliyetçi/ reformist/ devletçi bir rotaya girdiğini görüyoruz. Onun 1950'lerde, 1960'larda ve 1971'in ilk aylarında, kaleme aldığı yazılarda, kitaplarda ve konuşmalarında, a) kitlelerin devrimci eylemine daha az ilgi gösterdiği ya da hiç göstermediği, b) Kemalizme, orduya ve devlete ilişkin görüşlerinin daha geri bir nitelik kazandığı ve c) Türk-Ermeni ve Türk-Kürt sorunlarına hemen hemen hiç değinmediği, değindiği zamanlarda da daha tutucu ve daha şoven bir konum aldığı biliniyor.
HK, Yol I ve Yol II adlı kitaplarını yazdığı daha devrimci döneminde, 1940'lardan itibaren savunacağı daha geri ve hatta anti-Marksist tezlere uzak durmuştur; o bu ilk ve devrimci döneminde, Türk "ulusal kurtuluş" savaşının, halk için gerçek bir kurtuluşu amaçlamadığını belirtmiş, Kemalist rejimi “militarist ve terörist" olarak nitelendirmiş, İttihat ve Terakki kliğinin Ermeni halkına karşı gerçekleştirdiği kıyımı ve Kemalist rejimin Kürt halkına karşı uyguladığı ulusal zulmü açık bir dille mahkum etmiştir. TKP'nin Kürt halkının ulusal direnişine karşı Kemalist rejimin yanında yer alma eğiliminde olduğu ve Türk-Ermeni sorununu neredeyse ağzına dahi almadığı koşullarda HK'nın, Ermeni kıyımını kınaması ve Kürt halkının Kemalist rejime karşı direnişini esas itibariyle haklı bulması, TKP'nin Kürt sorununa eğilmesini önermesi ve Kürt köylülüğünü Türkiye devriminin bir yedeği olarak nitelemesi, kuşkusuz ileri ve devrimci bir tutumdu.
Şimdi artık esas konumuza dönebiliriz.
HK Türk Ordusunu Nasıl Değerlendiriyordu?
HK şöyle diyordu:
“Ortada, geri ülkelerin Ekonomik ve Sosyal gidişinde çıkmaza girmiş Sınıf İlişki - Çelişkilerini çıkmazdan kurtarıp, zenbereğinden boşandıran bir gerçek Vurucu Güç vardır.
“Bu vurucu güç, Türkiye'nin Modern yakın Tarihinde, olumlu Modern gelişim yönünde etken oldu ve oluyor. Bir avuç Finans- Kapital kodamanı Antika Tefeci - Bezirgân sınıfı ile elele verip Memleketi korkunç sömürü ile satmıya kalkıştı mıydı, Vurucu Güçlerimiz Halk'tan yana çıkarak o gidişi göğüslemekten geri kalmıyor. O zaman, (Finans-Kapital+Tefeci-Bezirgân) ittifakı tezine karşı, gelenekcil ileri vurucu güçlerin halkla ittifakı antitezi gerçekleşiyor." (Halk Savaşının Planları)
“Hiçbir Amiral veya Generalin, bile bile Türkiye'yi Amerikan üssü yapmak istiyebileceği düşünülemez. Bu bakımdan Türkiye'nin bağımsızlığını savunmak için kurulmuş Türk Ordusu elbet aldatılmıştır." (Deccal Kapımızı Nasıl Çalıyor?)

“Türkiye tarihinde ne zaman bir Anayasa doğmuşsa, o Ordu'dan gelmiştir. Onun için, dost-düşman Türkiye'de herkes bize 'Ordu-Millet' demiyor mu? Kendimizi "Ordu- Millet" sayarken, ağzımızdan çıkan sözü kulağımız işitmiyor, beynimiz anlamıyor mu?" (Deccal Kapımızı Nasıl Çalıyor?)

Rahatlıkla çoğaltılabilecek bu alıntılardan da görülebileceği gibi HK'ya göre; Türk ordusu ilerici ve devrimci bir kurumdur.
Böylesi değerlendirmeler Marksist-Leninist öğretiyle hiçbir biçimde bağdaşmadığı gibi, Türkiye'nin tarihsel gerçekleriyle de neredeyse taban tabana karşıttır. Bunun böyle olduğunu görmek için, TC tarihi hakkında kapsamlı ve derin bir bilgiye sahip olmak da gerekmiyor. Osmanlı'nın kanlı tarihi bir yana, Birinci Dünya Savaşından bu yana yaşananlar (emperyalist devletlerin askeri maceralarına katılım, Ermeni, Rum, Kürt, Süryani halklarına karşı kıyımlar, Kontrgerilla ve derin devlet örgütlenmeleri, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 faşist darbeleri, büyük işçi eylemlerinde düzeni korumak için harekete geçme vb.) bu değerlendirmenin hiçbir geçerliliği olmadığını kanıtlar. Böylesi değerlendirmeler, onlardan etkilenen ileri işçileri "ordudan ya da ordu gençliği"nden devrim bekleme, hatta askeri darbe yanlılığı tutumuna iter ve işçi sınıfını ve diğer ezilen/ sömürülen katmanları ideolojik olarak silahsızlandırmaya hizmet eder.
Tarihin değişik dönemlerinde ordular ya da bazı ordu fraksiyonları ilerici, hatta devrimci bir rol oynayabilmişlerdir. Marksist-Leninistlerin ordu -ve bu bağlamda askeri darbe- sorununa yaklaşımı, bütün kötülükleri orduyla ve bütün iyilikleri de sivil kurumlarla özdeşleştiren liberallerin ve sivil toplumcuların yaklaşımından bütünüyle farklıdır. Tarihsel deneyim, ordunun, içinde yer aldığı ve sınıf çelişmeleriyle bölünmüş olan toplumun yaşadığı siyasal evrimi, çatışma ve gerilimleri yansıtmazlık edemeyeceğini ve özellikle devrimci yükseliş dönemlerinde onun bir bölümünün ezilen sınıfların saflarına yaklaşma ya da tarafsızlaşma eğilimi içine gireceğini göstermiştir. Bu toplumsal yasa, komünist ve devrimci-demokrat güçleri, daha devrim öncesinden başlayarak burjuva ordusu içinde siyasal çalışma yapma ve devrimci yükseliş dönemlerinde ordunun bir bölümünü, özellikle tabanında yer alan erleri ve küçük rütbeli subayları devrim safına kazanma çalışması yürütmekle yükümlü kılar.

Burjuva Liderlerinden Reform/ Devrim Bekleme

Bilindiği gibi, özellikle geri ülkelerde Menşevizm ya da sağ oportünizm, demokratik devrimin görevlerinin yerine getirilmesini burjuva partilerinden, burjuva politikacılarından ya da burjuva devlet aygıtının diğer öğelerinden beklemek biçimini almaktadır. Böylesi bir yaklaşımın kaçınılmaz bir biçimde, a) işçilerin ve diğer emekçilerin devrimci savaşımını -açık ya da üstü örtülü bir biçimde- reddetmeyle ve b) iktidarın işçiler ve diğer sömürülen emekçiler tarafından ele geçirilmesini ve burjuva devlet aygıtının yıkılmasını reddetmeyle elele gideceği de açıktır. Anımsanacağı üzere, TKP böyle bir yol izlemiştir.

1930'ların sonlarından itibaren YOL I ve YOL II'deki çizgisinden uzaklaşan ve "her devrimin temel sorununun iktidar sorunudur" (Lenin) ilkesini unutan HK da umudunu iktidardaki -sivil ya da askeri- kliğe bağlamaya yönelmiş, "demokrasi" doğrultusundaki gelişmeleri gerici burjuva devlet aygıtının başında bulunan politikacılara hitap ve onları ikna etmek suretiyle sağlamayı öngörmüştür. HK'nın, 28 Eylül 1937 tarih ve Demokrasi: Türkiye Ekonomisi ve Politikası Hakkında başlıklı broşüründe sergilediği yaklaşım bunun en açık göstergesidir. O burada Türkiye'nin endüstri, toprak, barış sorunlarının gerici burjuva-toprakağası rejimi tarafından çözülebileceğini savunuyordu. O bu broşürde,
“İ. İnönü, Milli Mücadele ateşi içinde yetişmiş bir politika­cı sevkitabiisiyle [içgüdüsüyle] seziyordu ki, klasik manasıy­la demokrasi demek, umumiyetle köyde ve şehirde her türlü derebeyi artıklarını temizlemek, özellikle köylüyü toprak sahibi etmektir...
“Cumhuriyet Türkiyesi'nin de yüksek milli menfaatlerine ek­sen, demokrasidir. Ve biz, bu ülkede, herhangi bir gericinin gafil avlayamayacağı kadar uyanık demokratik cumhuriyetçi kuvvetlerin artık var olduğuna kaniiz” diyordu. Oysa 1937'de ülkeyi yönetenlerin bir demokratikleşme düşündüklerini gösteren hiçbir ipucu yoktu. Tam tersine 1937, işçi sınıfının sendikal ya da siyasal örgütlenmesi bir yana, rakip burjuva fraksiyonlarının ya da hatta herhangi bir derneğin örgütlenmesine bile izin vermeyen ve köylü yığınlarını jandarma dayağı ve dipçiğine, geriliğe ve yoksulluğa mahkum eden tek parti diktatörlüğünün en koyu yıllarından biriydi. Sadece bir yıl önce, yani 1936’da, işçi sınıfının sendikal örgütlenmesini bile yasaklayan 3008 sayılı İş Yasası kabul edilmişti. 1937, Kemalist rejimin Antakya ilini, –o sıra Suriye'yi mandası altında bulunduran- Fransa’dan kopararak TC’ne katma manevralarını yoğunlaştırdığı bir yıldı. 1937, CHP ile devlet aygıtının daha da kaynaştığı ve rejimin adeta bir faşist diktatörlük görünümü kazandığı bir yıldı. Daha da tuhafı 1937'nin HK’sı, rejimin başta Kürtler ve Kızılbaşlar olmak üzere tüm Türk-olmayan halklara karşı uygulamakta olduğu zorla assimilasyon, mülksüzleştirme, Türkleştirme ve kıyım politikalarından adeta habersiz gibidir. Oysa 1937, devrin Türk burjuva basınından da rahatlıkla izlenebileceği gibi Türk burjuva devletinin, hazırlıklarını çoktandır yapmakta olduğu Dersim kıyımını yaşama geçirmeye başladığı bir yıl idi.
Aynı HK, tek parti diktatörlüğünün 1950 seçimlerinden sonra yerini Demokrat Parti hükümetine bırakmasından sonra, ülkeyi 1923’ten 1950’ye kadar yöneten İsmet İnönü'nün CHP'si hakkında kullandığı dili değiştirecek ve bu kez Ağustos 1957’de kaleme aldığı “Vatan Partisi Program Gerekçesinin Önsözü”nde Başbakan Menderes’i göklere çıkaracaktı. Oysa bu satırlar yazıldığında, DP hükümetinin 6-7 Eylül 1955 pogromunu tezgahlamasının ve bu olaydan “komünistler”i sorumlu tutarak bir dizi ilerici aydını tutuklamasının üzerinden daha 23 ay geçmişti. Dahası 1957, ülke ekonomisinin  başaşağı gitmeye başladığı, DP’nin muhalefete karşı daha da sertleştiği bir yıldı. DP hükümeti, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın Kürtleri kasdederek “bin kişiyi sallandıralım” biçimindeki sözleri üzerine 1959’da 50 öndegelen Kürdü de tutuklayacaktı. Öte yandan Nisan 1956’da, ABD ve Britanya’nın inisiyatifiyle kurulan Bağdat Paktı’na katılan TC, Mısır’ın Süveyş Kanalını ulusallaştırmasının ardından, 29 Ekim’de bu ülkeye saldıran Britanya, Fransa ve İsrail’den yana tutum almıştı. Mart 1957’de Türkiye gene ABD ve Britanya’nın kışkırtmaları sonucu Türkiye-Suriye sınırına asker yığacak ve ancak Sovyetler Birliği’nin Türkiye’yi uyarması üzerine geri adım atacaktı. Türkiye 14 Temmuz’ 1958’de ise, Irak’taki İngiliz işbirlikçisi monarşik rejimin, kitlelerin de desteğini alan ilerici bir askeri darbeyle devrilmesini terörizm olarak nitelemiş ve Irak’a asker gönderme girişiminde bulunmuştu. Hepsinden de önemlisi, HK’nın, Eyüp Meydanı’nda Vatan Partisi adına yaptığı seçim konuşmasından bir süre sonra, dini siyasete alet etmek ve komünizm propagandası yapmak suçlamasıyla tutuklanmasıydı. 30 Aralık 1957’deyse Vatan Partisi’nin çalışmaları mahkeme tarafından durdurulacak ve Parti’nin 24 üyesi daha tutuklanacaktı.
Yani HK’nın DP hükümeti karşısında sergilediği bu “olumlu” yaklaşım, hem ilkesel ve hem de taktiksel açıdan açıdan yanlıştı.
HK’nın Menderes'i öven satırları kaleme almasından sadece 32 ay sonra gerçekleşen 27 Mayıs 1960 askeri darbesi, yazarın bu kez de, devrilen DP hükümetini ağır bir biçimde suçlamasına, darbeyi gerçekleştiren Milli Birlik Komitesi’ni göklere çıkarmasına ve hatta bu komiteden gerçek bir devrim yapmasını beklemesine tanık olacaktı. O, 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin ertesi günü, darbeyi gerçekleştiren Milli Birlik Komitesi’ne çektiği telgrafta şunları söylüyordu:

“Milli Birlik Komitesi Başkanı ve TC Devlet ve Hükümet Başkanı
      ANKARA
“Sayın Orgeneral Cemal Gürsel;
“Tarihimizde daima kuvvetle çarpan kalbimizin, yiğit ordumuzun kötülüğe başeğdirişini huşuyla selamlarım. İkinci Kuvayı Milliye Gazamız kutlu olsun. Gerçek Demokraside Allah yanıltmasın.
                                                                  Vatan Partisi Genel Başkanı
                                                                              Dr. Hikmet Kıvılcımlı”
Özellikle siyasal sonuçları bakımından 27 Mayıs askeri darbesinin; 1937 yılının tek parti diktatörlüğünden, 1957 yılı DP’sinden ve kendisinden yaklaşık 11 yıl sonra gerçekleşecek olan 12 Mart 1971 askeri-faşist darbesinden farklı ve daha ileri olduğu tartışma götürmez. Ama bu, 27 Mayıs askeri darbesinin halkçı ve demokratik bir hareket olduğu, emperyalizme karşı olduğu ya da 27 Mayısçıların sola ve devrime yakınlık duydukları, hele de bu darbenin bir DEMOKRATİK DEVRİM olduğu anlamına gelmez.
HK’nın, ilerici bir yan taşıyan 27 Mayıs'a umut bağlamasını eleştirmekle birlikte bir yere kadar anlayışla karşılayabiliriz. Ancak onun 12 Mart 1971 askeri-faşist darbesine anlayışla yaklaşmasını kabul edemeyiz. Yazarın 16 Mart tarih ve “Ordu Kılıcını Attı!..” başlıklı yazısı, Türkiye sol literatüründe haklı olarak, olumsuz anlamda “seçkin” bir yer edinmiştir; ancak HK’nın 12 Mart darbesine ilişkin yanılsamaları bu yazıda söyledikleriyle sınırlı değildir.
“Ordu Kılıcını Attı!..” başlıklı yazısında, “Ordu muhtırası: ‘Atatürkçü bir görüşle’ ‘İnkılâp Kanunlarını’ benimsediğine göre, dökülen, çöken tekelci kapitalist çağdaş uygarlığı peşin peşin reddetmiş olmalıdır. Mantık bunu gerektirir” diyen, yani 12 Martçılardan anti-kapitalist bir tutum uman HK, 23 Mart tarihli “Halk Düşmanlarıyla Reform Yapılamaz” adlı yazısında, “12 Mart, yerli-yabancı parababalarının kafalarına balyoz gibi inince, şaşkın ördekler gibi nereye gideceklerini şaşırdılar” diyebilecekti. Ve o Anılar'ının 21 Mayıs 1971 tarihli bölümünde “Bana öyle geliyor ki, Yüksek Komutanlar çok fena bir oyuna getirildiler” demeye devam edecekti.
HK'nın övdüğü siyasal liderler arasında Fatih Sultan Mehmet, II. Abdülhamit ve Mustafa Kemal de var. Ama bu liderlerin aynı duyguları HK için beslemediklerini ya da -tanısalardı- beslemeyeceklerini tahmin edebiliriz. Örneğin yazarın, "Milli Demokratik Devrim" olarak gördüğü "ulusal kurtuluş" savaşını yöneten Mustafa Kemal, komünistler için 1929’da şöyle demişti:
“Türk milleti kendisinin ve memleketinin yüksek menfaatleri aleyhine çalışmak isteyen müfsit, sefil, vatansız ve milliyetsiz sebükmağızların (=hafif beyinlilerin) hezeyanlarındaki gizli ve kirli emelleri anlamayacak ve onlara müsamaha gösterecek bir heyet değildir... Bu memleketteki Komünistler, yalnız bizim tevkif ve hapsettiklerimizden ibaret değildir. Bu işlerle bizzat yakından alakadar olacağım.” (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 6, s. 1891) HK, Haziran 1971'de, yani ölümünden birkaç ay önce Suriye makamlarına sunduğu bildiride, yaşadığı kafakarışıklığını şöyle itiraf edecekti:
"Daha Tıbbiye’de iken Sosyalizm teori ve pratiğine başlamıştım. Millî Kurtuluş Savaşı Zafere ulaşınca, Ankara’nın vaadetmiş görün­düğü Sos­yalizm yerine Kapitalizm yoluna girişi beni şoke etti."


Kitle Hareketine Karşı Tutum

Marksist-Leninistleri; burjuva demokratlarından, liberallerden ve reformistlerden ayıran en önemli hususlardan biridir. Birinciler işçi sınıfının ve diğer ezilen/ sömürülen sınıfların devrimci kitle eylemlerinden YANA tutum alırken ikinciler kural olarak bu eylemlere KARŞI çıkarlar. Kitle hareketine karşı tutumu açısından HK esas itibariyle işte bu ikinci kategoride yer almaktadır.

Ele alacağım ilk örnek HK'nın, II. Abdülhamit rejimini deviren 1908 burjuva-demokratik devrimine ve onu izleyen kitle eylemlerine yaklaşımıdır. Bu konuda 1930'ların HK'sı ile daha sonraki onyılların HK'sı arasında pek bir fark yoktur. O, 1908 devrimi öncesi ve sonrasında meydana gelen işçi sınıfı eylemleri için şöyle diyordu:
“Türk işçilerinin hayat ve sınıf mücadeleleri daima kendi yolundan sapıtmış, yabancı ve düşman sınıfların uğruna oldu. 1908 devriminden önce de, o devrimden sonra da, Türk işçisi zalim sınıfların afyonuyla asıl hedefinden uzaklaştırıldı. Baskıcı derebeyi sisteminde de, meşruiyetçi burjuva rejiminde de bu böyle oldu.
“Acaba meşruiyet devrimiyle Türkiye işçi sınıfının tarihinde hiç mi bir şey değişmedi? Hayır, bir şey değişti. At gene o at, fakat ata binen değişti: Egemen sınıf başkalaştı.” (YOL I, s. 76-77)

HK yıllar sonra kaleme aldığı bir başka yapıtında bu tutumunu sürdürdü. O önce, bu grevlere sahip çıktığı izlenimi verirken ardından, Avrupa finans kapitalinin 'Kendi işçisini ayaklandırmamak için, Türk milletini sağmal yapaca'ğını söylüyor ve 'DEVLETLE MİLLETİN ARASINI AÇANLAR' altbaşlığı altında bu eylemleri "provokasyon" olarak niteliyordu. (Bkz. Türkiye'de Kapitalizmin Gelişimi, s. 91) Devletle milletin arasının açılmasından kaygılanan bir komünist!!

Yazar 1908 devriminin de, Avrupa finans kapitalinin kışkırttığı genç subayların işi olduğunu söyleyecekti:
“Türkiye'de burjuvazinin iktidara gelmesi, böyle işçileri ve köylüleri devrimci eyleme sokan bir girişkin işveren sınıfinın kendi ve öz gücü ile olmadı. Alacaklı Avrupa Finans-Kapitalinin yıllarca hazırlayıp kışkırttığı altüstlükler, savaşlar, bozgunlar ortamında: 'vatan elden gidiyor!' çığlığını koparan ordu gençliği'nin dağa çıkıp isyan bayrağını kaldırması ile oldu. (II. Pratik Devrim Orijinalliğimiz: ORDU) Yarım kalmış olması, özellikle 1909'dan itibaren bir karşı-devrime dönüşmeye başlaması ve İttihat ve Terakki'nin iktidarı tümüyle ele geçirmesinin yolunu açması 1908'in, bir demokratik devrim olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. HK halkın, Abdülhamit rejimine karşı onyıllar boyu biriken öfkesinden kaynaklanan ve 1905 Rus ve 1906 İran devrimlerinin de etkisi altında gelişen bu devrimin, 1906-1908 yıllarında Anadolu'da ve Rumeli'de geniş kitlelerin katıldığı bir dizi ve çeşitli biçimler alan rejim-karşıtı eylemin doruk noktası olduğunu görmemektedir.

HK'nın, Avrupa ve ABD'nin yanısıra Latin Amerika, Afrika ve Ortadoğu'yu da kapsayan 1968 kitle eylemleri karşısındaki tutumu da farklı değildi. O 1968'i, ABD'nden bağımsız davranmaktan ve Sovyetler Birliği'yle yakın ilişkiler kurmaktan yana olan Cumhurbaşkanı De Gaulle'e karşı ABD, İngiltere ve Almanya'nın bir PROVOKASYONU olarak görüyordu. HK'ya göre,
“Geçen yıla dek Fransa da az çok alacaklıydı. De Gaulle, Amerika'nın çapulcu musallatlığını, NATO'nun ölüm saçan bağımsızlık düşmanlığını (yani Amerikan uşaklığını), ve Amerika'nın sâdık ajan olarak Ortak Pazar'a sokmak istediği İngiliz Emperyalizmini pek hoş karşılamayınca, patlatılan ardarda talebe, işçi, solcu, kolcu olayları ile sermayeler Fransa'dan kaçırılınca, bir haftada Fransız Bankası hemen hemen bütün ihtiyatlarını yitirdi.” (Deccal Kapımızı Nasıl Çalıyor?)

En büyük kitlesellik ve militanlık düzeyine Fransa'da ulaşmakla birlikte asla bu ülkeyle sınırlı olmayan ve 1967-70 yılları arasında yoğunlaşan bu kitle eylemlerini provokasyon olarak nitelemesi, HK'nın sınıf savaşımına hatalı yaklaşımının en çarpıcı örneklerinden biridir. Esas itibariyle ABD üniversite gençliğinin Vietnam savaşına karşı protestolarıyla başlayan bu devasa kitle hareketi, proleter devrimci önderlikten yoksundu. Ama bu hareket, geniş öğrenci ve kısmen de işçi kitlelerinin, düzenin anti-demokratik niteliğine, düzeniçi reformist ve revizyonist partilerin politikalarına ve özellikle de ABD'nin saldırgan politikalarına ve onun kuyruğu Avrupa tekelci burjuvazisine karşı direnişini temsil ediyordu. Marksist-Leninistlerin görevi, böylesi kitlesel eylemleri "provokasyon" olarak nitelemek ve karalamak olamayacağı gibi, ana gövdesini küçük burjuvazinin oluşturduğu vb. gerekçelerle onlara uzak durmak da olamaz. Onlara düşen görev, devrim ile gericilik arasındaki böylesi kitlesel savaşımlara örgütlü bir biçimde katılmak ve bu süreci olabildiğince ileri çekmek için uğraş vermektir.

Bir başka örnek, kitle eylemlerinin kabardığı ve devrimci hareketin güçlendiği 1960'ların sonları ve 1970'lerin ilk yılları Türkiyesi'dir. Bu yıllar aynı zamanda HK'nın siyasal bakımdan hayli aktif olduğu ve görüşlerini, genç devrimci kuşaklara aktarma olanağına en fazla sahip olduğu bir dönemdi. Ancak görebildiğim kadarıyla HK, bu dönemin işçi, gençlik ve köylü eylemleriyle ilgili dişe dokunur analizler yapmamış ve belki de Türkiye işçi sınıfı hareketi tarihinin en büyük ve en militanı olan 15-16 Haziran eylemi konusunda herhangi bir şey yazmamış gibidir. 

Hristiyan Azınlıklara ve Kürt Halkına Karşı Tutum
HK'nın analizlerinde görülen milliyetçi tutum, Ermeni ve Rum ve yer yer de Yahudi halklarına karşı bir önyargı ve antipati biçimini de alır. Daha da önemlisi, yazarın Ermeni-karşıtı ve Rum-karşıtı tutumunun, gerek Osmanlı ve gerekse TC döneminde yaşanan ayrımcılık, hak gaspı ve kıyımlar karşısında sessiz kalma biçimini almış olmasıdır.
HK, müslüman olmayan sermaye”nin ajanları” olarak nitelediği Ermenilerin mülksüzleştirilmelerini ve jenoside tabi tutulmalarını, biraz utangaç bir üslupla da olsa haklı göstermeye çalışmakta, kurbanların da kısmen suçlu" olduğunu ima etmektedir. Okuyalım:
3 - Anayurdun, hele Anadolu'nun bütün ekonomi merkezleri müslüman olmayan sermaye ve ajanlarının egemenliği altındaydı. Bunları azgın bir savaşın Cöngül kanunu dışında ekspropriye etmek kolay değildi.Bay F. R. Atay şöyle yazıyor: 'Birinci Dünya Savaşından öncesi kilise nüfus kayıtlarına göre (çünkü doğrusu bunlardır) Anadolu'da Türk ve Müslüman olmıyanların orantısı yüzde kırka yaklaşmaktadır." (Fâ: Çankaya, 417) 'Birinci Cihan savaşında kendi isyanları ve Çar ordulariyle işbirliği etmeleri yüzünden, Ermeni fâciası olmuştur... Ne acıklı şeydir ki, bu fâcia olmasaydı, Kuvayı Milliye hareketi tutunamazdı.' (Keza, 418).Ermeni kapitalistleri: İslâmlıkta faiz haram olduğu için, Türkiye'de müslüman tefeci sermayenin Osmanlı kuruluşundan beri 'Sarraf' paravanası idi; Kanuni Süleyman çağında kesim düzeni (Mukaatalar) yayılınca, Yahudi 'Dolap'çıların bezirgân sermayesiyle işbölümü yaptı; 19 uncu yüzyılda doğrudan doğruya İngiliz dış ticaretinin İmparatorluk ve Orta Asya yolları üstünde imtiyazlı acentesi oldu. Nüfusun Ortaçağda yaşıyan büyük çoğunluğu üzerinde yüzde kırk azınlığın etkisi aktifti. Ermenilik, düşman dini (müslümanlığı) bile etkisi altına sokmuştu: Anadolu köylüsü, bir Müslümandan aldığı ödüncü vermeyebilirdi, fakat sıkı günde başvurduğu çorbacının alacağı 'Gavurun hakkıydı'; onu yemekle affedilmez cehennemlik olacağına inandırılmıştı. Doğu illerinde hâlâ 'Ermeniler gitti, bereket te kalktı' sözü dolaşır. Böylesine nüfuzlu İngiliz emperyalizminin ajanlarına; ancak Alman emperyalizmi safında savaşa girilirse dokunulabilirdi.” (Türkiye'de Kapitalizmin Gelişimi, s. 137-38)
HK başka bir yerde ise Rum-Türk mübadelesinin ve Ermeni kırımının yerli unsurlara geniş fırsatlar açtığını, bu süreçte Elle tutulur önemli zenginliklerin el değiştirip paylaşıldığını şöyle anlatıyordu:
Ekonomi alanında 'mübadele' denilen yığınla insan transferleri, politika alanında evren ve bağımsızlık savaşlarıyla devrimlerdeki insan kırımları yüzünden ortaya açılmış boşluk; 1920'den sonraki açlara ve işsizlere, ters, olumsuz eksi yoldan da olsa, geçim ve iş alanları sağlamıştı. Bütün bayındır Anadolu'nun zenginlik kaynaklarını tekellerinde tutan 'gayrimüslim'lerin tasfiye yollu sınır dışı edilişi, gelgeç de olsa, ansızın yerli unsurlara geniş fırsatlar, hâttâ kimi müslüman açıkgözlere yağma alanı açmıştı... Mübadele sayesinde, yüzyıllardan beri yabancı ajanı gayrimüslimlerin topraklarımızdan sökülüp atılmaları, yerleri doluncaya kadar olsun, halkımızı bir an için ekonomik sömürülmeden bir ölçüde kurtulmaya ve istikrara kavuşturdu. Elle tutulur önemli zenginlikler el değiştirip paylaşıldı. (27 Mayıs, Yön'ün Yönü, Devletçiliğimiz, s. 19) HK burada, sömürücü sınıfların gayrimüslimlerden ibaret olduğunu ve sömürücü-sömürülen çelişmesinin esas itibariyle bir gayrimüslim-Müslüman çelişmesi olduğunu ileri sürmüş oluyor. Oysa, 19. yüzyıl sonu Osmanlı devletinde sömürücü sınıflar; dış ticarete egemen olan komprador nitelikli gayrimüslim burjuvazinin yanısıra Saray'ı ve Osmanlı yüksek bürokrasisini, Müslüman toprak ağalarını ve tefecileri, tacirleri ve zengin köylüleri içeriyordu. Ayrıca; gayrimüslim halklar nüfusunun çok büyük çoğunluğu işçiler, kır ve kent yarı-proleterleri, küçük esnaf ve zanaatkarlardan, yani emekçi sınıf ve katmanlardan oluşuyordu.
1930'larda Türk- Kürt sorununu enternasyonalist bir tarzda ele alan HK'nın 1960'larda bu konuda da Türk milliyetçiliği konumuna gerilediğini görüyoruz. Oysa bu dönemin Türkiyesi'nin ruhu çok daha radikaldi. Bu yıllarda işçilerin, yoksul ve küçük köylülerin ve üniversite gençliğinin savaşımları daha kitlesel hale gelmiş ve "sosyalist düşünce" adeta bir ideolojik hegemonya kurmuş, Türk-Kürt sorunu tartışılabilir hale gelmişti. HK ise 1970'de şöyle diyebiliyordu:
Türkiye'de 27 Mayıs ispatladı, İÇ DEVRİM 2 stratejik şehrin eseri olur: İSTANBUL-ANKARA... Türkiye'de Finans-Kapital herşeyden önce Karşı-Devrimi organize etmekle görevlidir. Karşı-Devrim'in en son silâhı, Türkiye'yi bir DIŞ SAVAŞ içine atmaktır. Finans-Kapital Türkiye'yi her türlü İç Devrimden sakındırmak ve her türlü Karşı-Devrime zorlamak için, söz yerinde ise, bir DIŞ DEVRİM plânlamıştır. Bu dış-devrimin de 2 stratejik şehrini seçmiştir: ADANA-DİYARBAKIR... Bu iki Şehrin mihveri, Arapça-Kürtçe konuşan Türklerin mihveridir. Amerikan Emperyalizmi, eski İngiliz casusluğunun izinden yürüyerek, devrimci Türkiye'yi o mihvere basarak ikiye parçalamak yolunu daha açıkça ortaya koyamazdı. (Deccal Kapımızı Nasıl Çalıyor?)
Bunlara HK'nın 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarının Türkiyesi'nde Türk-olmayan ulus ve milliyetlerden işçi sınıfının sendikal ve sosyalist örgütlenmelerini görmezden gelmesini, işçi sınıfından söz ederken her zaman Türk işçisi kavramını kullanmasını ve Hristiyanları, sık sık gavur" ve bazan da kafir”,kefere gibi önyargı yüklü terimlerle anmasını da ekleyebiliriz.
                                                      *     *     *     *     *
Görülebileceği gibi HK'nın ideolojik-siyasal konumu hayli eklektiktir ve bir dizi temel konuda anti-Marksist bir nitelik taşımaktadır. Onun "Marksizmi", büyük ölçüde burjuva milliyetçiliği ve Osmanlı-Türk devletçiliğiyle lekelenmiştir. Böylesi bir bileşimin ne denli Marksist olduğuysa tartışmaya açıktır.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder